Kendimi Hevsel'e doğru saldım. Böyle demeyi seviyorum çünkü bu sıradan cümle, aynı zamanda şehirle ipleri koparmak anlamına geliyor. Hevsel'e indim, demek de güzel. Ancak bu, şehirle ipi koparmaktan çok, Hevsel'e herhangi bir iş ya da pikniğe gitmek gibi geliyor bana.
Hevsel'in derinliklerine inerken aklımdan bunları geçirmek birden tuhaf geliyor. Bu tuhaflığı fark etmeme neden olan da, şehre ait gürültünün bir parçası olarak, On Gözlü Köprü tarafından birbirine karışarak ve anlaşılmaz bir hal alan müzik sesleri oluyor. Dicle'nin iki yanındaki kafeler, birbirleriyle yarışırcasına yüksek sesle müzik dinletiyorlar müşterilerine.
Gürültü olarak bana ulaşan sesten uzaklaşmak için salınarak değil, neredeyse koşar adım iniyordum Hevsel'in içlerine doğru.
Rüzgar peşimden geliyordu. O siyah beyaz kuş havalandı çalılıkların arasından. Papatyalar yolumu kesti. Toprakta ve ağaçların yapraklarındaki hışırtı, bir dinginlik olarak yayılıyordu Hevsel'in gövdesine. Yaban hayatını terbiye etmenin en güzel biçimi olarak meyve ağaçları ve sebze bahçeleri bir uyum halindeydi. Her şey olması gerektiği gibiydi.
Ancak heyhat, bahçede mısırlar boy vermişti. Bu birçok kimyasal gübrenin bütün bahçeye yayılması ve giderek bahçenin tükenmesi anlamına geliyordu.
İnsanların ekonomik kaygılarını anlamak mümkündü ve fakat burası birçok efsaneye ve hatıraya ev sahipliği yapmış Hevsel'di. Hevsel ki şehri Diyarbekir'in alameti farikalarından bir tanesiydi. Hevsel ki UNESCO'nun Dünya Mirası listesindeydi. Mısır ve benzeri tarımsal ürünler, ne yazık ki Hevsel'i bir nostaljiye dönüştürme potansiyeline sahip.
Hevsel'e mısır ekmenin motivasyonu nedir? Sahici bir merak duyuyordum ama bunu konuşacak kimse görünmüyordu mısır tarlasında.
O halde elini taşın altına koyacak ve bahçe sahiplerini mağdur etmeden kim koruyacak Hevsel'i?
Dicle'den vahşice kum yağmalayan kum ocaklarına kim çeki düzen verecek?
Yarı çıplak gençler itişerek, gürültüyle eğlenerek balık tutmaya çalışıyorlardı. Hayatında balık tutmamış ben bile bu şekilde balık tutulmayacağını biliyordum. Bu yüzden hiç ilgilenmedim onlarla. Ancak aklımın onlarda kaldığı da gerçek. Çünkü nehre giriyorlardı ve kum ocaklarının neden olduğu çukurlar tehlike saçıyordu.
İleride, kayalıkta tek başına oturan adam gençlerin aksine çok sessizdi. Nehre attığı oltayı sakince tutuyordu ve sanki çevresinde olup bitenlerle hiç ilgilenmiyordu.
Ketum bir fıtratı olduğunu anlamak için çok çaba gerekmiyordu. Muhabbetin önünü ikimizin de Mardinli olması açtı. İkimiz de 12 yıldır Diyarbakır'da yaşıyorduk. Ben gazetecilik yapıyordum, O ne iş bulsa yapmıştı bugüne kadar. Ben şehre ait her şeyden uzaklaşmak ve doğanın fısıltısını duymak için salmıştım kendimi Hevsel'e. O, "İşim olmayınca ya kahveye ya da buraya geliyorum. Burası daha iyi" dedi.
Sadece bir balık tutmuştu. Balık, ağacın dalına asılı poşetin içindeydi ve arada kıpırdıyordu.
Mardinliydi ama Dicle'deki balıkları tanımaya başlamış olmalıydı ki, "Yayın balığı iyidir, bir de sazan çok güzeldir" dedi.
Az önce yanlarından geçtiğim genç çocuklardan ikisi ellerindeki oltalarıyla geldiler. Yine çok gürültücüydüler. Adamdan uzak tutmak........