The Good Sister (2025) Hakkında Sarah Miro Fischer ile Söyleşi

Sarah Miro Fischer’in ilk uzun metraj filmi Schwesterherz (The Good Sister), 2025 Berlinale Panorama bölümünde gerçekleştirdiği dünya prömiyerinin ardından uluslararası festivallerde dikkat çeken yapımlardan biri oldu. Almanya ve İspanya ortak yapımı olan film, Fischer’in mezuniyet projesi olarak başladığı bir yolculuktan bugün farklı ülkelerde tartışmalar uyandıran güçlü bir eser haline geldi. Marie Bloching ve Anton Weil’in başrollerini paylaştığı The Good Sister, aile bağları, vicdan, ahlaki sorumluluk ve kadın dayanışması gibi konuları sarsıcı bir hikâye aracılığıyla gündeme taşıyor. Seyircisini kolay cevaplar vermek yerine belirsizliğin içinde düşünmeye davet eden film, festivallerdeki yolculuğu boyunca hem eleştirmenlerden övgü aldı hem de tartışma alanları açtı. Bu söyleşide, Fischer ile filmin yaratım sürecini, tematik tercihlerini, karakter inşasını ve toplumsal bağlamını konuştuk.

The Good Sister gibi oldukça zorlayıcı ve sarsıcı bir hikâyeyi anlatmaya sizi ne motive etti? Özellikle suçlamayla yüzleşen bir kız kardeşin bakış açısından hikâyeyi kurmanızın özel bir nedeni var mı? Bu fikir kişisel bir yaşanmışlıktan ya da çevrenizde tanık olduğunuz bir deneyimden mi doğdu, yoksa daha çok #MeToo süreci, ifşa kültürü ve feminist hareket içindeki “kız kardeşlik” kavramı mı size ilham verdi? Kendisini bu toplumsal mücadelenin bir parçası olarak gören bir sinemacı tavrıyla mı bu hikâyeyi anlatmak istediniz, yoksa tüm bu politik tartışmalardan bağımsız, daha kişisel bir düzlemden mi yola çıktınız?

Bu filmin ilhamı, birkaç yıl önce 8 Mart Dünya Kadınlar Günü gösterisinde filizlendi. “Neden bu kadar çok mağdur tanıyorum da hiçbir fail tanımıyorum?” yazılı pankartlar dikkatimi çekti ve zihnimde yer etti. Suistimalcileri “canavar” olarak etiketlediğimiz sürece, onları aramızda – arkadaşlarımız, iş arkadaşlarımız ve kardeşlerimiz arasında- tanımamız mümkün olmayacak. Kişi bize ne kadar yakınsa, onu net bir şekilde görmek o kadar zorlaşıyor. Rose’un en yakınındaki kişi ise kardeşi Sam. Ben karakterlerimin insani yanları ve duygusal dünyalarının karmaşıklığıyla çok ilgileniyorum. Senaryoyu yazmaya başlarken aklımdaki çıkış noktası şu soruydu: “Eğer kardeşinin tecavüzle suçlandığını öğrensen ne yapardın?”. Bu hem derinlemesine kişisel hem de toplumsal/siyasal bir mesele. İlk bakışta, olaya dışarıdan bakan birinin perspektifi daha az önemliymiş gibi görünebilir ancak ben toplumsal düzeyde asıl değişimin bu noktada başlayabileceğine inanıyorum.

Cinsel şiddet gibi sarsıcı bir konuyu ne failin ne de mağdurun gözünden değil de üçüncü bir kişi üstelik faille duygusal ve kan bağı olan bir kız kardeş üzerinden anlatmayı tercih ediyorsunuz. Oysa bu tür anlatılar genelde mağdurun gözünden kurulur. Zira daha net, didaktik ve empatik bir yoldur. Siz ise hem daha gri, daha yorucu bir alanı seçmişsiniz. Bu tercih sinemasal açıdan kendinizi özellikle zorlamayı istemenizden mi kaynaklanıyordu? Böyle bir perspektifi merkez almak sizi yaratıcı ya da ahlaki olarak ne tür açmazlara sürükledi? Bu karar sürecinde sizi en çok zorlayan ne oldu?

Ben rahatsız edici olanı ilginç buluyorum. Uyuşmazlığın hâkim olduğu o alanları… Doğru olduğuna inandıklarımızla, gerçekte nasıl davrandığımızın birbirini tutmadığı anları… Bence hepimiz hayatımızın bir noktasında, bir şekilde Rose’un yerinde olduk. Onu, kusurlarından kaçmadan, olduğu gibi gören dürüst bir bakışla ele almak istedim; içinde bulunduğu ikilemi de hak ettiği ciddiyetle. Bu tür suçların yalnızca iki taraf arasında yaşandığını düşünme eğilimindeyiz: fail ve mağdur. Oysa (tıpkı her çatışmada olduğu gibi) bu, hikâyenin sadece bir kısmı. Çünkü bu suçlar toplumsal bir bağlam içinde gerçekleşiyor. Sonuçları yalnızca iki kişiyi değil, çevresindekileri de etkiliyor; tıpkı hayattaki her şey gibi, burada da bir karşılıklılık var. Dışarıdan bakanlar olarak çoğu zaman olayların gidişatını değiştirecek gücümüz olmadığını sanıyoruz. Ben işte bu düşünceye meydan okumak istiyorum.

Filmde Rose, bir yanda çok sevdiği ağabeyine duyduğu sadakat, diğer yanda vicdanı ve adalet duygusu arasında kalıyor. Bu çatışma, hikâyenin en güçlü damarını oluşturuyor. İnsanlar genelde failleri hep “ötekiler” olarak hayal etmeye meyillidir. Failin yakınındaki oğlu, kardeşi, eşi olabileceğini düşünmüyor. Böyle bir durumda da çoğu kez duygusal davranarak gerçeği kabullenmekten kaçıyor. Rose üzerinden aile bağları ile ahlaki sorumluluk arasındaki bu çatışmayı işlerken vermek istediğiniz temel mesaj nedir? Seyircinin bu ikilem üzerine düşünmesini sağlarken, toplumsal olarak hangi önyargıları kırmayı hedeflediniz?

Bu sorunun iki yönü var. Bir yandan, insanların uzaktaki birine bakışıyla yakınındaki birine bakışı arasındaki farkı sorgulamalarını istiyorum. Birini sevdiğinde, o kişiye bakışına kendinden çok şey katarsın. Onu sorgulamak, aslında kendini sorgulamak demektir. Kime güvenip kimi sevdiğine dair yargılarını, onunla olan anılarını, hatta geleceğini… Eğer filmden sonra insanlar kendilerini Rose’un yerinde hayal edip nasıl davranacaklarını düşünürlerse, bence önemli bir farkındalık kıvılcımı yaratabiliriz demektir. Gösterimlerden sonra yanıma gelen bazı izleyiciler, kendilerini Rose’un kardeşiyle özdeşleştirip geçmişteki davranışlarını sorgulamaya başladıklarını söylediler. Bu benim için çok güçlü bir deneyimdi. Diğer yandan, failleri “canavarlaştırmanın” onlara hak etmedikleri bir güç verdiğine inanıyorum. Onları insan olarak göstermek, onlara karşı durabilmemizi sağlar çünkü bu onları daha savunmasız kılar.

Rose, başından itibaren güçlü bir karakter değil; sevgilisinden ayrılmış, evsiz kalmış, kardeşine sığınmış, kendine güveni düşük, çizdiği resmini göstermeye çekinen, iletişim kurmakta mahir olmayan, yalnız ve mutsuz bir portre çiziyor. Adeta hayattan vazgeçmiş, ayakları üzerinde durmakta zorlanan biri gibi görünüyor. Normalde böyle bir karakterin böylesine ağır ve ahlaki açıdan yıpratıcı bir yükün altından kalkabilmesi mümkün değildir diye........

© Film Hafızası