31 Mart 2024’te yapılan yerel seçimlerin önemli sonuçları olacağı açıktı. Zira 22 yıldır ülkeyi yönetmekte olan iktidar partisi girdiği son 17 seçimin hepsinde açık ara birinci parti olmayı başarmışken son yapılan 18. seçimde ilk defa seçimin galibi olmaktan çıkıyor, ikinci parti durumuna düşüyordu. Dahası, Ankara, İstanbul ve İzmir gibi üç büyük şehrin belediyeleri, iktidar partisinin yaptığı onca atraksiyona rağmen açık ara farkla ana muhalefet partisinde kalıyor, Türkiye'deki büyük şehir belediyelerinin çoğu el değiştiriyor, iktidar partisinin kalesi sayılan birçok şehirde belediye başkanlıkları kaybediliyordu. Bir zamanlar neredeyse tamamı iktidar partisinin rengine boyanmış olan Türkiye haritası bu defa büyük oranda ana muhalefet partisinin renklerinden oluşan bir haritaya bürünüyordu.
Okumasını bilen için 31 Mart seçimlerinin kaçınılmaz sonuçları olacağını daha ilk günden tahmin etmek mümkündü. Nitekim seçimin daha ertesi günü erken seçim çağrıları yapılmaya, iktidarın nerede hata yaptığına ilişkin analizler ve yorumlar yapılmaya başlandı. Hem iktidar partisinin hem de yönetimin başı olarak Sayın Cumhurbaşkanının da bu tablodan kendileri açısından gerekli dersleri çıkarma çabasında olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim seçim gecesi ilk defa yanına kurmaylarını almadan yaptığı balkon konuşmasında uğradıkları “irtifa kaybını” kabul eden Erdoğan, dün yaptığı açıklamada da özeleştiri yapacaklarını ve kendi içlerinde bir değişim gerçekleştireceklerini ifade etmiştir. Umalım ki iktidar gerçekten de seçim sonuçlarından gerekli dersi çıkarır, gerçek anlamda bir özeleştiri yapar, yanlışlarından döner ve yapılan eleştiriler ışığında olumlu yönde gerekli değişimi gerçekleştirir. Bu vesileyle bu yazıda Ak Parti iktidarlarının Türkiye'nin son 22 yıllık dönemine damgasını vuran icraatları içinde doğruların ve yanlışların ne olduğuna işaret edilmekte, yapılması gerekenlere ilişkin öneriler sıralanmaktadır.
2002 sonlarından beri devam eden Ak Parti iktidarının başarı ve başarısızlık, doğrular ve yanlışlar bağlamında kabaca iki döneme ayrılması mümkündür: 2002-2013 arasını kapsayan I. dönem, 2014-2024 arasını kapsayan II. Dönem. Lafı hiç dolaştırmadan söyleyelim, gerek siyasi ve gerekse ekonomik açıdan I. Dönem bir başarı hikâyesi iken, II. Dönem tam aksine bir başarısızlık hikâyesidir. Başka bir deyişle, 17 Nisan 1993’te kaybettiğimiz, dün ölümünün 31. yıldönümü vesilesiyle rahmetle ve minnetle andığımız, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin hiç kuşkusuz en demokrat, en özgürlükçü ve en serbest piyasacı lideri olan Özal’ın izinden gidilen ilk dönem başarılarla dolu iken, bir tür U dönüşüyle bunun tam aksi yönde politikaların öne çıktığı dönem başarısızlık ve hayal kırıklıklarıyla doludur. Söz konusu başarı ve başarısızlıkta rol oynayan politikaları, yapılan hataları doğru tespit etmek önemlidir; zira bugün yapılacak değişimin ne yönde olacağı, nelerin değiştirileceği büyük ölçüde doğruların ve yanlışların isabetli teşhis edilmesine bağlıdır. Teşhiste yapılacak hata tedaviyi de olumsuz etkileyecek, yapılan yanlışların tekrarına kapı aralayacaktır. Yine ciddi bir özeleştiri yapmadan, bugüne kadar çoğunlukla yapıldığı üzere, iktidarı ve icraatlarını eleştirenleri ihanetle, teröre hizmetle, Fetöcülükle ya da mandacılıkla suçlamak ve bütün olumsuz gelişmelerin faturasını dış güçlere yükleyecek komplocu yaklaşımlar büyük bir hata olacaktır.
Kısaca ifade etmek gerekirse Erdoğan hükümetleri ya da Ak Parti iktidarlarının I. Dönemine damgasını vuran politikalar barışçı, özgürlükçü, değişimci, reformcu, mali disipline önem veren, hukuk devletini önemseyen, dışa açılmacı, serbest ticaretçi ve serbest piyasacı politikalardı. Tam aksine II. Döneme damgasını vuran politikalar ise çatışmacı, baskıcı, yasakçı, statükocu, kurumları zayıflatıp hukuk devletini örseleyen, mali disiplinden sapan, içe kapanmacı, korumacı, devletçi ve merkeziyetçi politikalardır.
Nitekim iktidarın ilk yıllarında, yani birinci dönemde ülkeyi yönetenler barışçı ve uzlaşmacı bir dış politika benimsenmiş, bu çerçevede Avrupa Birliği tam üyelik süreci ciddiye alınmış, bunun gerektirdiği “ev ödevleri,” yani ekonomik, siyasi ve hukuki reformlar birbiri ardına yapılmış, Kopenhag siyasi kriterleri yerine getirilmiş, 2005 yılında AB ile tam üyelik müzakereleri başlatılmıştır. Suriye ve öteki komşularla ilişkilerin iyileştirilmesi yönünde ciddi girişimler yapılmış, sınırdaki mayınlı arazilerin temizlenmesinden Suriye ile ortak bakanlar kurulu toplantısına kadar pek çok adım atılmıştır. İçerde de devlet ile milleti barıştırmaya dönük girişimler yapılmış, terörün kaynağına inilmeye çalışılmış, Kürt açılımı, Alevi açılımı ve Ermeni açılımı gibi açılımlarla Türkiye'nin sırtındaki asırlık kamburlardan kurtulmasını sağlayacak cesur adımlar atılmıştır. Bu dönemde bir yandan komşularla ilişkiler geliştirilmeye çalışılırken, bir yandan da AB’nin yanı sıra ABD ve NATO gibi uluslararası aktörlerle ilişkiler dostane bir düzlemde yürütülmüştür. Ekonomi alanında kamu mali disiplinine önem verilmiş, kamu harcamalarını kısmaya, israf ve savurganlığı önlemeye dönük adımlar atılmış, Merkez Bankasının (MB) başına işinin ehli insanlar getirilmiş ve sık sık işlerine müdahale edilmemiş, “laf dinlemediği” gerekçesiyle ikide bir MB Başkanı değiştirilmemiştir. Kemal Derviş döneminde yapılan istikrar programı büyük ölçüde uygulanmış, ekonomik ve siyasi istikrarın sağlanmasının yanı sıra, mali disiplinin de olumlu etkisiyle enflasyon 1970’lerden beri ilk defa 2000’li yılların ortalarında (2004) tek haneli rakamlara düşürülmüştür. O dönem dünya konjonktürü ve AB ile tam üyelik müzakerelerine başlanmasının da olumlu etkisiyle Türkiye doğrudan dış yatırım (DDY) çekme konusunda kendi rekorlarını kırmış, 2006 yılında Türkiye dünyada en fazla DDY çeken 5. gelişmekte olan ülke olmuştur. Gerek dış dünya ile ilişkiler ve gerekse yakalanan istikrar ve serbest piyasacı........