Eşimle, görmediğimiz illeri ziyaretimiz kapsamında, geçen yaz Ahlat’a doğru bir yolculuğa çıktık. Navigasyon ile trafik levhasının çatıştığı bir noktada, yolun sol tarafında bulunan benzin istasyonu çalışanlarını hakem yapmanın doğru bir davranış olacağını düşündük. Dışarıda kimseyi göremeyince içeri girip “kimse yok mu?” diye birkaç defa seslendim. Derinden bir “geliyorum” sesi işittik. Yaşlılığa çeyrek kala hayatın çilesini sırtına yüklediği her halinden belli olan beyefendiye, İçinde bulunduğumuz kararsızlığı anlatınca, kendinden enim bir ifadeyle “sağ taraftan gitmelisiniz” dedi. Akabinde kısmen buyurgan bir tavırla “çay içersiniz değil mi?” teklifini reddetme lüksümüzün olmadığını anladık, “çok iyi olur” deyiverdik. Suya ve sabuna hasret iki bardakla gelen kaçak çayı, şekersiz ve kısmen aç karnına içmek biraz zorlamış olsa gerek ki, ikinci bardak teklifine buyurgan “hayır” ifademiz bu defa da bizi kurtarmış oldu.
“Eskiden olsaydı buralardan geçemezdiniz bile. Dağın arka tarafında askerler bu tarafında da devletin terörist diye tanımladıkları vardı. Karakollardan hangisine ne anlatabilirdiniz emin değilim ama bizim buralardan olmadığınız için öbür tarafa geçme şansınız yoktu. Hoş belki buraya kadar bile gelemezdiniz.” Uzun bir sohbetin kapılarının açıldığı belliydi. Suyun akışını belirleme babından küçük sorularla yönlendirmelerde bulunmak sanırım ikimizin de işine geliyordu. “Eskiden buralarda hep Ermeniler yaşarmış, otuz bin kişilik Ermeni mezarlığı üzerine toplu konut yapılınca onlardan geriye bir şey kalmadığı düşünüldü. Tehcirde bile gitmeyen bu insanlar sence nereye kayboldu?” karşımdakinin kim olduğunu anlamış olmanın verdiği rahatlıkla hafifçe tebessüm ettim. Artık daha rahat, yok yok daha pervasızca konuşmaya başlayınca, biraz önce ziyaret ettiğim Ahlat ve Malazgirt’i yeniden düşünmeye başladım.
Anadolu toprakları vefakâr ve fedakârca binlerce yıldır kimlere analık yapmıştı. Analar çocukları arasında ayrım yapar mıydı acaba? Bir avuç toprağı elime alıp savurdum Malazgirt ovasında, her zerresinde bir başka yaşanmışlık vardı. Uçuşan her bir tanecik havada ahenkle savrulduktan sonra, yine analarının kucağına düşüyordu. “Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı” der gibi çocuklarını bağrına basmıştı ana. Sonuçta en nankör olanını bile o beslemiş, büyütmüştü.
Tarih bu topraklarda kimlerin yaşadığına dair geçmişin dehlizlerinde nerelere kadar gidebilir bilmem. Hattilerden Perslere onlarca medeniyete, ırka, dine, dile ve kültüre ev sahipliği yapan Anadolu, sabırla her türlü arzu, tutku, kin, nefret, gözyaşı, kan ve aşka şahitlik yaptı. Akan her gözyaşı ve kan toprağı çamur yapıp ilmik ilmik işledi. Her gelen bu çamur üzerine inşa etti varlığını. Kimse kimseyi yok sayamazdı ve saymadı. Luviler nasıl zeytinyağı çıkardılarsa herkes aynı şekilde yağ yaptı. Hititler çömleklerde........