Gıdanın Nöropolitiği: Çay, patates, salça ve şekerle yönetilen sabır |
Bir toplum susuzluğunu suyla değil, çayla bastırmayı öğrendiği gün; yalnız bedenini değil, hakikatle kurduğu ilişkiyi de ertelemeye başlar.
Çay, salça, patates, rafine şeker Anadolu’da son asrın evvelsiz gıdaları.
Son yüzyılda suyu çay üzerine ikameyle, patatesi hızla, salçayı bastırmayla ve şekeri teselliyle eşleyen yeme içme rejimi; yalnız bedenleri değil, düşünmenin ritmini, sabır eşiğini ve anlam kurma biçimlerimizi de dönüştürdü.
Türkiye gerçekten de “sonradan obezleşmiş” bir ülke. Bu obezite ne genetikti ne de bireysel tembellik meselesi. Asıl kırılma; rafine şekerin, yüksek glisemik yükün ve sürekli uyarıcı gıdaların aynı anda hayatımıza girmesiyle yaşandı. Hasılı sorun biyolojik değil tarihsel.
Çay, şeker, salça ve patates gibi görece yeni ürünler yalnızca sofraları değil; doymayı, beklemeyi, düşünmeyi ve birlikte kalmayı da dönüştürdü.
Anadolu mutfağında tarihsel olarak az malzeme, uzun pişme ve sabır vardı. Yemek yalnızca karın doyurmaz; zamanı yavaşlatır, dikkati toplar, ölçüyü öğretirdi. Oysa son yarım yüzyılda tat eşiği yükseldi. Salça, yemeğin özünü örten bir üst katman haline geldi; sebze kendi tadıyla değil, salçanın rengi ve asidiyle konuşmaya başladı. Bu mutfak pratiği farkında olmadan şunu telkin etti: Öz konuşmasın, üst katman baskın olsun.
Böylece tat dünyasında başlayan bu bastırma, zihinsel alanda slogana, yüzeyselliğe ve tek tipleşmeye tercüme oldu.
Çayın suyun yerine geçmesi de benzer bir dönüşüm yarattı. Su doğrudanlıktır; ihtiyaçla temas kurar. Çay ise........