menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Futbol bize neyi hatırlatır?

17 8
yesterday

Futbolu sevmek çoğu zaman “bugün”le açıklanamaz. Bugünkü maçlar, bugünkü takımlar, bugünkü tartışmalar elbette bizi içine çeker; ama asıl mıknatıs başka bir yerde çalışır. Futbola duyduğumuz bağlılığın büyük kısmı, erken yaşlarda kurulmuş bir bağın yetişkinlikte yeniden üretilmesidir. Bu yüzden futbola dair konuşurken sık sık fark etmeden çocukluğa referans veririz: “İlk kez stada gidişim”, “o yazın Dünya Kupası”, “o formayı ilk gördüğüm an”, “mahalledeki toprak sahada attığım ilk gol” … Futbol, hafızayı en kolay tetikleyen alanlardan biri olduğu için değil sadece; çocukluğun ritmini, aşırılığını ve ciddiyetini yetişkin hayatın ortasına sızdırdığı için eşsiz bir öneme sahiptir.

Bu durum, futbola dair iki zıt hissi aynı anda taşımamıza yol açar. Bir yandan, bu kadar büyük enerji ve duygu yatırımını “mantıksız” buluruz: Sonuçta bu bir oyun, üstelik her hafta yeniden başlayan bir oyun. Öte yandan, tam da o “mantıksızlık” sayesinde oyuna tutunuruz; çünkü çocukluk da biraz böyledir. Çocukluk, gündelik hayatın önemsiz gibi görünen ayrıntılarına mutlak bir ağırlık verir; bir günün kaderi tek bir maça, tek bir gole, hatta tek bir hakem düdüğüne bağlanabilir. Yetişkinlikte bu tür mutlaklıklar azalır; iş, aile, geçim, sorumluluklar derken duygular daha “ölçülü” olmaya zorlanır. Futbol ise o ölçülülüğü delip geçen bir kanal açar. Bu yüzden pek çok insan için futbol, sadece bir eğlence değil; aynı zamanda duygulanımın serbest kaldığı bir alandır.

Futbolun evrenselliği sık söylenen bir şeydir. Bir top, iki kale, birkaç kural… Ama oyuna gerçekten bağlanmak, sadece kuralları bilmekle olmaz. Asıl mesele bakmayı öğrenmektir. Bir çocuk için başlangıçta sahadaki hareketlilik çoğu zaman karmakarışık bir görüntüdür; top bir o tarafa bir bu tarafa gider, insanlar koşar, düşer, kalkar. Maçı “takip etmek” ile maçı “okumak” arasında ciddi bir mesafe vardır. Bu mesafe kapandığında futbol, bir anda başka bir şeye dönüşür: Artık yalnızca topun nereye gittiğini değil, topun nereye gidebileceğini de görmeye başlarız. Bir pasın inceliğini, bir topsuz koşunun zekasını, bir savunma hamlesinin cesaretini fark ederiz. Oyunun görünmeyen tarafı görünür hâle gelir.

Bu öğrenme, çoğu zaman fark edilmeden gerçekleşir. Futbol kültürü büyük ölçüde bu sezgisel eğitimle taşınır. Ve bu eğitim tamamlandığında oyunun bir sonraki aşaması devreye girer: Taraf olmak.

Taraf olmak futbolu yoğunlaştırır. Nötr izlemekle, “bizim” maçımızı izlemek aynı şey değildir. Nötr izlerken güzel bir gole sevinebilirsiniz; ama “bizim” takımın yediği gol, sadece tabeladaki bir skor değişimi değildir. Bütün bir haftanın havasını değiştirebilir. Bu abartılı gelebilir; ama futbolun kurduğu dünya zaten “abartı” üzerine çalışır.

Çocuklukta taraf olmak daha da keskindir: İyiler ve kötüler, kahramanlar ve hainler, hak edenler ve hak etmeyenler… Yetişkinlikte bu ikilikler yumuşar, ama tamamen kaybolmaz. Futbol, yetişkinlerin bile zaman zaman siyah-beyaz bir ahlakla düşünmesine izin verir. Belki de o yüzden bu kadar rahatlatıcıdır; hayatın gri alanlarına bir süreliğine ara vermemize olanak sağladığı için.

Futbol hafızası, belirli görüntülerle örülür. Bir jenerasyon, spikerin ses tonundan tanınır; bir başka jenerasyon, televizyonun görüntü kalitesinden; bir başkası, forma tasarımlarından, saç modellerinden, hatta reklam panolarından. Bazen tek bir an, yıllarca taşınır: Son dakikada gelen bir gol, beklenmedik bir geri dönüş, kaçan bir penaltı, bir oyuncunun sevinci ya da yıkılışı… Bu anların gücü, sadece futbolun dramatik yapısından gelmez; çocukluk duygularının “ilklerle” dolu olmasından da gelir. İlkler, iz bırakır.

Bu yüzden........

© Evrensel