Öcalan’ın ‘yeni sosyalizm’i sosyalizm mi, kapitalizm mi?

Öcalan’ın Uluslararası Barış ve Demokrasi Konferansı’na ilettiği kısa mesaj uzun tartışmaların konusu oldu.

Öcalan mesajında SSCB deneyimi, Marksizm, sınıf mücadelesi, komün, devlet ve elbette devam eden müzakere süreciyle ilgili görüşlerini özet bir biçimde sundu.

Neredeyse fragman biçimindeki ifadeler elbette Öcalan’ın genel yaklaşımını yansıtıyor. Ancak, burada, mevcut görüşlerini, biraz da pragmatik amaçlarla, öncekilere kıyasla en azından bir ölçüde farklı ifade ettiği açık. Mesela Marksizm’e dönük eleştirileri geçmişte hem içerik hem de üslup açısından ağırdı. Garipsenecek bir durum da değildi. Bir sınıf ideolojisi olarak şekillenmiş Marksizm’e karşı durması, onu farklı sınıflardan oluşan Kürt “millet”inin çıkarları bakımından “yetersiz” bulması, Öcalan’ın bir ulusal lider olduğu göz önünde bulundurulduğunda alabildiğine normal. İlk bakışta bu, salt ideolojik bir tartışmadan ibaret gözükse de, farklı sınıf temsillerinin nesnel ayrışmasının bir ifadesiydi…

Kısa mesajda ve diğer yazılarında Öcalan, eski sosyalizm deneyimlerinin özellikle ulus devlet ve diktatörlük konusundaki görüşleri nedeniyle çöktüğü, hataların öne çıktığı, sonucun da neredeyse bir facia olduğu, bu nedenle yeni bir sosyalizm arayışının gerekli olduğu konusunda ısrarcı.

Buna göre Marksistler geçmişe takılıp kalmakta, kendilerini güncelleyememekte, çağı anlayamamaktadır. Oysa; “mirası doğru sahiplenmek, sosyalizmi bir anı olmaktan çıkarıp halkın nabzında canlı bir toplumsal güç haline getirmeyi gerektirir.”

Ama nasıl?

Sosyalist mirasın kazanımlarını ve yarattığı yeni dünyayı tümden reddederek mi?

“20. yüzyıl sosyalizmi negatif devrim hamlesi olarak ortaya çıktı ama yerine yenisini koyamadı” mı?

Aslında sosyalist deneyler büyük ölçüde dağıldığına, -nedenleri bir yana- son tahlilde başarısız olduğuna göre, bu eleştirinin maddi bir zemini olduğunu kabul etmek gerekir. Ancak eleştirinin maddi zemini oluşu onun doğru olduğu anlamına gelmez.

Geçmiş sosyalizm deneyleri insanlık tarihini değiştiren önemli başarılara imza attı. Eğitim, sağlık, barınma, beslenme gibi 21. yüzyılda dahi nüfusun büyük kısmının doğru düzgün ulaşamadığı temel insani haklar; sosyalist ülkelerde neredeyse yüz yıl önce hayata geçmişti. İşsizlik sıfıra yakındı. Yoksulluk yoktu. Çalışma koşulları ve hakları bugünküyle karşılaştıramayacak ölçüde ileriydi. Refahın topluma yayılması ve gelir dağılımında adalet bugünle kıyaslanamazdı. Değişim sadece sosyalist ülkelerle sınırlı kalmadı. Hem güçlü komünist partiler ve işçi hareketinin varlığı hem de sosyalist ülkelerin yarattığı baskı ile kapitalist ülke yönetici sınıfları kendi işçi ve emekçilerine önemli tavizler vermek zorunda kaldı. Böylece “sosyal devlet” denilen olgu ortaya çıktı. Eğer dünya, 20. yüzyılda sosyalizmi deneyimlememiş olsaydı; bugün emekçi halklar çok daha ağır bir barbarlık altında eziliyor olacaktı. Öyle ki, sosyalizmin yenilgisi, sadece işçi sınıfının kazanımlarının ortadan kaldırılışının yolunu açmakla kalmadı, bir yönetim pratiği haline gelmiş “sosyal devleti” de gereksiz hale getirdi. Boşluğu neo-faşist ve otoriter yönetimler doldurdu.

Tabi, bütün bu kazanımlar, geçmiş sosyalizm deneyimlerini idealize etmeye, bir tür cennet yanılgısına yol açmamalı. Sorunlar vardı. Bir kısmı çağın genel ruhu ve nesnel koşullarından, bir kısmı yönetimsel hatalardan, bir kısmı geçiş toplumu olarak sosyalizmin içsel niteliklerinden kaynaklanıyordu.

Burası ayrı bir konu.

Zaten, Öcalan’ın üzerinde durduğu konu da bu değil.

Daha köklü bir ayrışma söz konusu.

Öcalan’ınki sosyalizmin ve sosyalist devlet aygıtının varoluşsal niteliğine ilişkin bir itiraz: Sosyalist devletin bir “proletarya diktatörlüğü” olarak örgütlenmesi. Mesajda yer alan, “‘Proleter ulus devlet’ kavramı da devletçi zihniyetin yeniden üretiminden başka bir sonuç yaratmamıştır” ifadesindeki (“proleter ulus devlet” gibi bir kavramın tutarsız olması bir yana) ima da bu.

Maalesef, sadece günümüzde değil, 20. yüzyılda da “proletarya diktatörlüğü” kadar yanlış anlaşılmış çok az kavram vardır.

Günlük siyasi söylemde “diktatörlük” çoğu zaman bir ülkedeki siyasal rejimin niteliğini, siyasal iktidarın yönetme biçimini ya da tek bir kişi/grubun baskıcı yönetimini tanımlamak için kullanılır. Yürütmeyi denetleyen mekanizmalarının ortadan kaldırılması, yargının kısmi özerkliğini yitirip doğrudan yürütmeye bağlanması, düşünce ve ifade özgürlüğünün askıya alınması, seçimlerin kaldırılması ya da anlamsız hale gelmesi, ülkenin bir tür açık cezaevine dönüştürülmesine referans verir. Tanıdık olsa gerek! Bu bağlamda ve gerçekliğin bu düzeyinde (siyasal rejim), diktatörlükle yönetilen bir ülke ile -temsili- demokratik yöntemleri kullanan ve siyasal özgürlükleri tanıyan bir ülkeyi birbirinden ayırmak gerekir ki, bu haklı bir ayrımdır. Gotha Programı’nın eleştirisinde Marx’ın, demokratik cumhuriyetin işçiler için önemli bir kazanım olduğunu belirtmesi bundandır.

Ancak, gerçekliğin ve buna bağlı olarak analizin ekonomi politik ya da bütünsel düzeyinde, Marksistlere göre bu iki devlet (ve her devlet) aynı zamanda bir diktatörlüktür. Burada “diktatörlük” kavramı siyasal rejimin kendisiyle doğrudan ilişkili değildir. Her devlet, toplumdaki sınıflaşmaya/katmanlaşmaya bağlı olarak şekillendiği, ondan bağımsız bir varlık kazanamadığı için bu bağlam tarafından koşullanır. Bu koşullanma ve ilişkisellik devletin içsel bir niteliğidir, başka türlü var olması mümkün değildir.

Kavramların yüzeysel kullanımı ve günlük alışkanlıklar nedeniyle konu karmaşık gibi gözükse de oldukça basittir. Örneğin Antik Yunan’daki demokrasi neredeyse doğrudan demokrasidir ve bu açıdan en ileri biçimlerinden biridir. Oysa Atina’da bir köle olsaydınız; sizin için söz konusu olan bir demokrasi değil tüm hakların ortadan kaldırıldığı bir diktatörlük olacaktı.

Burada sorun, siyasal rejimin, toplumun bir kısmı için diktatörlük olmasından ibaret değil. Söz konusu olan sistematik bir iktisadi ve politik egemenlik. Toplumsal üretim ağırlıklı olarak köle sahiplerinin mülkiyetindeki köleler tarafından gerçekleştirildiği için (köleler üzerinde iktisadi sömürü ve tahakküm), kölelik antik devletin dokusuna işlemiştir, ona içseldir. İktisadi sömürü başlı başına politik tahakkümü içerdiği gibi bu boyut devlet şahsında nispi özerk ve siyasal bir varlık kazanır.

Bu, devletin (cinsiyetçi, ulusal tahakküm gibi) başka işlevleri olmadığını anlamına gelmez, ancak bu niteliğinin onun içsel/varoluşsal bir özelliği olduğunu gösterir. Atina demokrasisinde, Sparta otokrasisinde ve diğer köleci toplumlarda devlet, köleciliği, köleci mülkiyeti koruyan ve bu temelde var olan siyasi bir örgütlenmedir.

Benzer bir durum feodal toplumlar için de geçerlidir. Bu toplum, serfleştirilmiş köylülerin üretimine ve yerel ya da merkezi bir aristokrasinin, bu üretime el koymayı sağlayan mülkiyetine dayalıdır. Dolayısıyla hangi biçimi alırsa alsın (ki, genellikle açık baskıcı biçimler almıştır) feodal devlet, aristokrasi için iyi, serfler için diktatörlüktür.

Bu bağlamda analiz, konjonktürel ve bir ölçüde farklı biçimler alabilen siyasal rejimler düzeyinde değil; devletin üretim ve sınıfsal sömürü ilişkilerindeki bağlamsal ve ilişkisel varlığıyla........

© Evrensel