Bakınız İbn-i Haldun toplumların değişim sürecini incelerken, Arap toplumundan bedevilerin bedeviyetten hadariyete geçişte değişime ayak uyduramayıp tepki gösterdiğini dile getirmiştir. Bizde ise Arap toplumundaki bedeviler gibi değişime karşı gösterilen tepkinin aynı şekli olmasa da bizim tarihi gelişim evremizde de saltanattan cumhuriyete geçişte sessiz direniş diyebileceğimiz türden içine sindirememek şeklinde bir tepki durumu tezahür etmiştir. Zaten gerek meclis, gerek yargı, gerekse siyasetteki muhalefet istese de tepkilerini dışa vuramazdı. Bir kere her şeyden önce 4 Mart 1925 tarihi itibariyle susma kanunu denilen Takrir-i Sükûn kanununun yürürlüğe girmişti, bu durumda millet meclisiyle, yargısıyla, siyasetteki muhalefetiyle birlikte topyekûn nasıl sesini çıkarabilsin ki.
Tabii dile kolay, ortada 600 senelik bir ulu çınarın bir çırpıda tarih sahnesinden çekilişi söz konusuydu. Dolayısıyla halk nezdinde yeni oluşumun kabullenmesi hemen öyle kolay olmadı. Öyle ki Osmanlı’nın çöküşüne sevinilen bir durum ortaya çıkmadığı gibi zaman içerisinde sosyal vakıanın neticesi bir durum olarak kabullenildi. Zaten her geçiş sürecinin sancılı olduğunu sosyologlarımızda kabulleniyorlar. Belli ki bu bir sosyolojik realite olup böylece sosyolojik realite olarak Osmanlının yerini Cumhuriyet alması gayet tabii bir durumdur. Hem kaldı ki bu realiteyi bilmek için illa kâhin olmakta gerekmez, dünya hızla imparatorluklardan ulus devlet olmaya doğru koşarken bizim de bu gelişmelere istesek de kayıtsız kalamazdık. Öyle ki dünyanın geldiği noktaya ayak uydurmak mecburiyeti doğmuştu. O halde Osmanlı tarih sahnesinden çekildi diye boş yere eseflenmeye ya da tam tersi “oh olsun canıma değsin” şeklinde sevindirik olmaya gerek yoktur. Zira ortada dünya ölçeğinde yaşanan sosyal bir vakıa vardır. Yediden yetmişe hemen herkes iyi bilir ki günümüzde tekrardan saltanata dönüş talebinde bulunmak çağımızın bedeviliği olacaktır. Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan birtakım geçiş sancılarının arkasına sığınıp da, o yıllara özgü şartları aynı tempo ile zamanımıza taşımak akıl kârı bir iş olmasa gerektir. Skolastik kafalar hâlâ Atatürk’ün Kuvay-ı Milliye ruhuyla kurduğu Cumhuriyet refleksinin bütün hızıyla devam ettiği zannındalar. Oysa Cumhuriyeti kuran irade Osmanlı medreselerinde yetişen kadrolardır. Dolayısıyla skolastik zihniyet boşa heveslenmesin, nasıl ki 1945 sonrası Almanya’sında Alman kimliği öcü gibi gösterilip bizde de Osmanlı kimliği öcü gibi gösterilse de sonuçta hem Almanya’da hem de Türkiye’de her şey şişede durduğu gibi durmayacağı malum. Dünyada o kadar hızlı değişimler yaşanmakta ki artık kendi skolastik emellerini Atatürk’ü maske ve kalkan olarak kullanmakla çağımızın insanına hiçbir şey veremeyecekleri aşikâr. Nitekim Türkiye’de her on yılda bir darbe olmasına rağmen artık Türkiye eski Türkiye olmaktan çıkıp birinci dönüş yılını 1953 yılı, ikinci dönüş yılını da 1953 olarak belirleyip hızla Yeni yüzyıl Türkiye’sine statükocu çevrelerin hevesini kursaklarında bırakacak şekilde geleceğe yönelmiş durumdadır. İşte bu noktada Yeni Türkiye yüzyılına ayak uyduramayacak derecede 1930’lu yılların söylemleriyle yerinde sayan Atatürk’ü istismar eden bu statükocu Kemalist skolastik zihniyetin ortak özellikleri şunlardır:
- Referansları 1930’lu yıllarına ait çözüm reçeteleri.
- İlham kaynağı Atatürk, ama Atatürk’ün işaret ettiği çizginin dışında bir yol takip etmek esastır.
- Metotları tümden gelimcidir (tümden parçaya).
Düşünsenize skolastik kafada olmak öyle bir şey ki, bir bakıyorsun Atatürk’ün sarf ettiği her sözü kendi sığ mantığına göre yorumlayıp işte çözüm budur diyebiliyorlar. Bu da yetmez o devrin şartlarını günümüz şartlarına eşitleyebiliyorlar. Oysa Atatürk, bugün yaşamış olsa dün yaptığının kim bilir belki de bugün tam tersini yapacaktı. Ama gel gör ki değişim gerçeğini çağın gerisinde kalmış bu skolastik kafalara anlatamazsınız. Maalesef tarihin bir kesitine gömülmek, tüm “yanılmaz sulta” zihniyetlerin çıkamayacağı bir çukurdur.
Şurası muhakkak hem gelenekçi olmak hem de tarihe bir bütün olarak bakmak gerçek ilmi yaklaşım olacaktır. Tarihi gerçekleri iniş çıkışıyla, yanlışıyla, doğrusuyla değerlendirip ibret almamız gerekirken, tam aksine kimimiz şahısları göklere çıkartıp yüceltiyor, kimimiz de yerden yere vurup güya intikam almışçasına öfkeleniyoruz. Her iki yaklaşım da skolastik sulta zihniyetlerin ortaya koyduğu bir üründür. Bu üründe sebep netice ilişkisi çıkmaz, baksanıza adamların övme ya da yerme eksenli tümdengelimci bir metot izlemek kolaylarına geliyor. Onlar ne de olsa beyinlerini daha önceden biat ettikleri otoriterlere kiralamışlar, dolayısıyla onlar için fikir üretme ve gelecekle ilgili proje üretmeye ne gerek var ki. Oysaki analitik düşünceden yoksun zihniyetin tâ kendisi mantık garabeti bir durumdur bu. Hiç kuşkusuz asıl maharet fikir üretmek, içinde bulunduğumuz meselelere çözüm sunmak, analitik tahlillerde bulunmaktır. Onlar için tek öğreti varsa yoksa yanılmaz sultaların öğretileri veya kafalarına kodladıkları genellemeler ya da ellerine tutuşturulmuş oyuncaklarla oyalanmak öğretisidir. Hem bu nasıl bildik ezberletilmiş oyuncaklarla oyalanmaksa bir bakıyorsun solcular yıllardır eline tutuşturulmuş sloganları tekrarlamakla meşguller, sağcılar ise tarihin ihtişamına kendilerini kaptırıp gelecekten bihaberler. Madem öyle, siz siz olun kendinizi ne köksüz gelecek seline ne de ati’den yoksun bir mazi seline kaptırmış olmayasınız.
Sulta otoriteler, sadece otoriter şahıs planında kalmayıp, daha değişik sahalarda da kendini göstermektedir. Örnek mi? İşte bunlardan medya bu işin tipik örneğini teşkil eder. Her ne kadar medya sıralamada dördüncü kuvvet gibi görünse de aslında birinci kuvvettir. Malum, ellerinde bulundurdukları iletişim araçları avantajıyla insanların ufkunu açmada bir ışık görevi yapmaları gerekirken, tam aksine zihinleri karartmaya yönelik görev ifa etmekteler. Böylece yalan haberlerle toplumu ötekileştirip kimi zaman fondaş medya, kimi zaman kartel medya, kimi zaman da Pensilvanya kaynaklı medya olarak sahne alabiliyorlar. Derken bu tablo medya skolastiğini doğurmaktadır. O halde medyatik skolastik şu özellikleriyle izah edilebilir:
- Uygulamaları: Asparagas haber üretmek,
- Yanılmaz sultaları: Medya üst yöneticileri ve patronlar,
-Olaylara bakış: Yanılmaz medya patronlarının çizdiği çerçevede olayları değerlendirmektir (tümdengelimcidirler).
İşte verilen bu örneklerden de anlaşıldığı üzere otoriter sulta zihniyet Ortaçağ Avrupa'nın günümüze yansıtmış olduğu kafa yapısı bir zihniyet ürünüdür. Bu kafada zihniyet yapısını genel manada özelliklerini şöyle kategorize edebiliriz de:
- Mantık yürütmek, deney ve gözleme kapalı olmak,
-Yanılmaz sultalara bel bağlamak,
-Otoriter mantık silsilesi çerçevesinde hareket etmek (tümden gelimcidirler).
Hakeza skolastik kafa yapısındaki zihniyetlere hemen her alanda örnekler verilebilir. Nitekim her fikrin zihniyet yobazı olabileceği gibi, bilimsellikten dem vuranların bir kısmında da yobazlık had safhada. Öyle ki kaliteli fikirler çok kere ehliyetsiz ellerde taassup hale dönüşebiliyor. Taassup karanlığa davetiye çıkarmak demektir. Peki, bu davete icap edilir mi, elbette edilmez. Zira empatik davranmak varken ruhumuzu karartmaya ne gerek var ki. Bir kere empati kurma veya etrafımıza hoşgörüyle bakmak toplumda yumuşamayı sağlamaktadır. Dahası demokratik platformda herkesin hukukuna halel getirmeden karşılıklı saygı çerçevesinde tartışması makul olandır. Makul derken tabiî ki Allah ve Resulünün hakikatleri dışında liderde, ideologlarda, ideolojilerde, doktrinlerde, teşkilatta her ne varsa tartışılmaya açık olmalıdır. Malumunuz Mutlak hakikatin, ulu orta konuşulmasının itikadı yönden risk teşkil ettiği muhakkak. Zaten vahiy her alanı kuşatan ilahi bir soluktur. Akıl ise zihni melekeden bir cüz olup her şeyi kuşatamaz. İşte bu yüzden vahyin ve sünnetin üstünlüğü tartışılamaz. Aklın sınırını deney ve gözlem belirler. Öyle ya madem ilmin kaynağı Yüce Allah’tır, o halde kullar sadece yaratıcının sunduğu ilimden ulaşabildiği ölçüde istifade etmekle mükelleftir. İşte Müslüman’ın ilimle problemi olmamasının sebebi ilmin kaynağının Mutlak âlim sahibi Yüce Allah olmasıdır. Hiç kuşkusuz beşeri planda skolastisizmin zıddı ilimdir, zıddı kâmili ise Vahiy ve Sünnettir.
Dolayısıyla bu gerçeklerden hareketle skolastik zihniyette ki akımları şöyle tasnifleyebiliriz:........