ÜSTAD NECİP FÂZIL KISAKÜREK - II

O; gururla, vakarla ve göğsünü gere gere “Ben Türk’üm!” demiş, “Türk’ün Muhasebesi”ni[1] yaparken Türk milletinin; “İslâmiyetle millî bünyemiz arasındaki mayalaşmanın en olgun âhengine vardığını”[2] anlatmış, Anadolu insanının derûnunda -küllenmiş olsa da- bütün saflığıyla yatan İslâm’ın ihyâ edilmesi gerektiğine gönülden inanmış ve “Ruhumuzla, îmanımızla mensubu olduğumuz aziz Türk milletinin hak ve haysiyet dâvâcısı olarak Türk için orta yol, yarım oluş yoktur. Türk, olunca her şey olmağa, olmayınca hiçbir şey olmamağa mahkûmdur. İslâm’ın zaferi, Türk’ün olmasına bağlıdır.”[3] hükmünü o müthiş üslûbu ve nev’î şahsına mahsus cümleleriyle her vesileyle ortaya koymuştur.

O; Türk’ü İslâm’dan uzaklaştırmak isteyen kavmiyetçi / seküler Türkçülere de İslâm’ı Türk’ten ayırmak isteyen, Türk demeyi bölücülük ve ırkçılık zanneden postmodern / beynelmilelci siyasal İslâmcılara da “kırmızı kart” göstermiş; “İyice bilmek lazımdır ki eğer gaye Türklükse Türk, Müslüman oldukça Türk’ür.”[4]; “Türk milletine gereken yol; en girift, en mahrem, en iç kavranışıyla İslâmiyet’tir.”[5] demiş ve “İslâm’da milliyetçilik kovulan, terk edilen bir müessese değildir. Kişi kavmini sevmekle levm olunamaz”[6] düstûrunu ve Nebevî hükmünü dile getirmiştir

O; “Biz gerçek Türk varlığının, Türk tarihinin, Türk ruhunun son ihtiyat akçasıyız! Bu akça da sokağa atıldı mı, paydos!”[7] diyerek Türklüğünü, îman şuuruyla biçimlenmiş milliyetçilik anlayışını ve Türk milletine olan îtimâdını çok estetik ve entelektüel bir biçimde ifâde etmiş, “Biz pazarlıksız Müslümanız! Su katılmamış Anadolu Türküyüz!”[8] diye haykırmış ve “Soyumuzla, sopumuzla, derimizle, rûhumuzla, îmanımızla mensubu olduğumuz aziz Türk milletinin hak ve haysiyet dâvacısıyız.”[9] demiştir.

O; “Türk” ve “Türk milleti” kelimelerini dışlayan, yok sayan, reddeden bir tavır içinde olmadığı gibi; tam tersine yazılarında, kitaplarında ve konferanslarında kavmî yaklaşımlardan uzak rûhî bir bakışla değerlendirdiği “Türk milleti” ifâdesini üstüne basa basa dile getirmiştir.O; bâzılarının dediği gibi Müslümanlık adına Türklüğü yok saymamış, “Yalnız ve yalnız Türk çocuğunun, Türk gencinin, Türk ihtiyarının, Türk kızının, Türk kadının, Türkün, Türklüğün ve Türk vatanının madde ve ruh hakkını müdafaa eden biz, yılmak, bezmek, dönmek, susmak şöyle dursun, tam şahlanmasının mevsimine arife günü kadar yaklaşmış bulunuyoruz. Sabah yakındır!”[10] derken, tek cümlesinde sekiz kere “Türk” kelimesini zikretmiştir. O’na göre Türk; “Tarihin ezeli karanlığı içinde, pırıl pırıl ışık helezonları çizerek sadece madde zeminini köpürtücü mücerret bir hayatiyet ve hareketiyle fezada bir seyyarenin teşekkül devresine eş bir varlıktır. Türk, gerçek ve billurlaşmış fikir ve ruh dünyasına İslamiyet’ten sonra girmiştir.”[11]

O, Türk’ün tarihî serencamının ilk dönemlerini; “Orta Asya yaylalarından inen zamansız ve mekânsız Bozkurt, Anadolu ırmaklarından birinde su içerken, suda ateş gözlerinin aksini seyrede ede bir söğüt ağacına istihâle etti; toprağa, göğe ve güneşe perçinlendi, yepyeni bir ruh ve iman hamulesiyle gerçek zaman ve mekân âlemine girmiş oldu.”[12] cümleleriyle ve çok çarpıcı tasvirlerle özetlemiş ve “Türk milleti, bütün tarih boyunca kaderinin devamlı ihtar ve ifşâ edişleriyle meydanda olduğu gibi ya olunca her şey olmaya yahut olmayınca hiçbir şey olmamaya memur, ulvî ve çetin bir nasibe mazhardır ve bu şanlı nasibin sert hükmünde, Türk milleti için arslanın mâiyetindeki karakulaklardan (tilki, çakal, sırtlan ve saire) biri olmaya mahsus, ikisi ortası bir muvazenecilik yoktur. O, bizzat arslan gibi ya ormanların hâkimi yahut kafeslerin mahkûmu kalacak; birinci hâlde karakulaklar onun sığıntısı, ikinci hâlde de, o karakulakların maskarası diye yaşayacaktır.”[13] demiştir.

O; Türk ve Türklük kavramlarını ırkî değil rûhî muhteva ile târif etmiş ve milliyetçilik anlayışını da “ırkî ayniyette değil, ruhî muhtevâ eşliğinde[14] gördüğü için “Milliyetçilik, asıl ruhtan gelen kokudur ki, maddeyi kezzapvâri eritir.” diyerek; “İslâm inkılabında milliyet görüşü, kendisini sahte milliyetçilerin tersine zarf değil mazruf, kap değil muhtevân, madde değil ruh, mekân değil zaman işi”[15] olarak telâkkî ettiğini altını çizerek vurgulamıştır.

O; milliyetçilikle, kavmiyetçilik arasındaki “kıldan ince kılıçtan keskin” farklılığı çok iyi bildiği için bu konuda düşüncelerini; “Tıpkı şeriata baş kesmekle, onun yasak etmediği sâhalarda hudutsuz bir salâhiyet ve memûriyete kavuşan akıl gibi, İslâm inkılâbının milliyetçiliği de topyekûn insanlık kadrosunda rûhun kaynağını Müslümanlık olarak kabul ettikten sonra, o rûhu taşımaya, renklendirmeye, mizaçlandırmaya karşı liyâkat ifâdesi bakımından bütün kavimler arası yarışmada üstünlük mefkûresinden ibârettir. Böylece İslâm inkılâbında milliyet mefkûresi; ırk, kavim ve soy ifâdesiyle de Peygamberine lâyık olma cehd ve müsabakasının eseridir. İslâm inkılâbında Şeriatle hudutlu akıl, hakîkatte nasıl hudutsuz aklın tâ kendisiyse, yine onunla hudutlu milliyetçilik de hakîkate hudutsuz milliyetçiliğin tâ........

© Enpolitik