Dr. MUSTAFA ÇALIK DA HAKK’A YÜRÜDÜ

O; 17 Temmuz 1956’da Gümüşhane’nin Çalık köyünde doğmuş, orta okul üçüncü sınıfta Türk Ülkücüler Teşkilâtına kaydolmuş, lisede ve üniversitede ülkücü hareketin içinde aktif olarak yer almış, 1974 yılında kazandığı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne “fikrî ve siyâsî hüviyeti sebebiyle dört senede toplam 45 gün devam edebilmiş”1, 1977 yılında Ülkü Ocakları Genel Merkez yönetimine seçilmiş, 1978-79 yıllarında MHP Araştırma Merkezi ve Parti Okulu’nda görev yapmış, particiliği inkıtaa uğrasa bile, ülkücülüğü son nefesine kadar bir şeref nişânesi olarak başının üstünde taşımış, her devirde “Dîn ü devlet mülk ü millet” için mücâdele vererek yaşamış ve Remzi Oğuz Arık’ın ifâdesiyle “Bir ömrü cephedeymiş gibi” inandığı değerler uğruna yaptığı çetin kavgalarla geçirmiş olan ve kalbi her an Türk milleti için çarpan kadim bir ülkücüydü.

O; 1978’de A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olmuş, 1979 yılındaki Kaymakamlık ve Devlet Planlama Teşkilatı uzmanlık imtihanını birincilikle kazanmış2, mülkiye bürokrasisi başta olmak üzere bir çok alanda parlak bir gelecek kendisini beklerken, 1980’de Devlet Plânlama Teşkilatı’nda uzman yardımcısı olarak memuriyete başlamış, 1983-1984 yılları arasında Ankara ve Hacettepe Üniversitelerinde Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi konusunda dersler vermiş, 1985 - 1987 yıllarında ABD’deki Denver Üniversitesi’ne bağlı Milletlerarası Çalışmalar Lisansüstü Okulu’nda “Milletlerarası politika” konusunda yüksek lisans yapmış olan çok zekî, azimli, kararlı, yetenekli ve enerjisi tükenmeyen çok cevvâl bir insandı.

O; 12 Eylül sonrası Yeni Sözcü ve Yeni Hamle dergilerinin çıkarılmasına öncülük etmiş, dört yıldır uzman olarak çalıştığı DPT’deki görevinden ayrılmış ve 1989 bir grup arkadaşıyla birlikte “Türkiye Günlüğü Dergisi”ni çıkarmış, Cedit Neşriyatı kurarak yayıncılığa başlamış, 1981 yılında siyâsî ilim konusunda başladığı doktorasını; “MHP Hareketi’nin Siyâsî, Sosyolojik ve Kültürel Kaynakları” başlıklı tezini savunarak 1992’de tamamlamış, 1996-97 ders yılında Hoca Ahmet Yesevî Türk-Kazak Üniversitesi’nde “Değişim ve Yenileşme Tarihimizin Temel Problemleri” başlıklı lisansüstü dersler vermiş, 2020 yılından îtibâren Bayburt Üniversitesi Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü’nde ve Gümüşhane Üniversitesi İktisadî ve İdârî İlimler Fakültesi Siyâset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde siyâset sosyolojisi ve sosyal bilimler konularında dersler vermiş olan; analitik düşünceye, sosyal ilimlerin ve yakın tarihin detaylarına, Batı’daki fikir hayâtına ve çok geniş kültür müktesebâtına sâhip çok özel bir akademisyendi.

O; Yeni Ufuk, Kurultay, Ay Yıldız ve Bugün gazetelerinde köşe yazıları yazmış, 1999 seçimlerinde MHP’den milletvekili adayı olmuş, BBP’de Genel Başkan Yardımcılığı görevinde bulunmuş, uzun yıllar Türk Ocakları Yüksek Hars Heyeti âzâlığı yapmış, Türk Ocakları’nın 27 Nisan 2019 tarihinde gerçekleşen 45. Olağan Kongresi’nde “Nevzat Kösoğlu - Türk Ocakları Türk Düşünce Hayatına Hizmet Armağanı”na lâyık görülmüş olan kıdemli bir Türk Ocaklıydı.

O; millet temeli üzerinde yükselen, sosyolojik bir âidiyet ve târihî bir gerçek olan, millî kültürün, mensûbiyet şuurunun ve birlikte yaşama irâdesinin beslediği milliyetçilik hakkında; “Milliyetçilik, telaffuzu kolay, grameri zor bir dildir!”3 diyerek çok çarpıcı bir tanımlama yapmış ve milliyetçiliği sosyolojik açıdan îzah eden Erol Güngör’ün ortaya koyduğu; “Milliyetçilik bir dış mesele olarak göründüğü zaman yerli kültürün yabancı kültüre -bütün sosyal müesseseleri de dâhil olmak üzere- korunması; bir iç mesele olduğu zaman ise memlekette millî birliğe engel olacak mâhiyetteki kültürel, iktisâdî ve sosyal farklılaşmanın asgariye indirilmesidir. Bu iki problemi birleştirecek olursak diyebiliriz ki, milliyetçilik ilk hamlede millî birlik ve tecânüsün (homojenlik) kazanılması dâvâsıdır.”4 târifini benimsemiş, milliyetçilik düşüncesinde; “ırkçılığa”, “ideolojik politizasyona”, “Üçüncü Dünya ulusalcılığına”, “aşağılık kompleksine”, “biat kültürüne”, “reaksiyonerliğe”, “lümpenleşmeye”, “köylüleşmeye”, “bürokratik ve askerî vesâyete aslâ yer olmaması gerektiğini yazılarıyla ve konuşmalarıyla dile getirmiş, “sivilleşmeyi ve demokrasiyi” savunmuş5 ve “Milliyetçiliğin, millî bir kimlik şuuru ve mânevî bir bütünlük oluşturması gereken”6 sosyolojik bir vetire olduğunu vurgulamış olan sosyal ilimlerde söz sâhibi bir yazardı.

O; “Türk milleti ne enik bir grubun adıdır ne de hayâlî ve farâzî bir tasavvurdur. Bu kavram Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ve kalbî-irâdî sadâkatle bağlı Türk vatandaşları kadar, Türk diye anılmaktan şikâyeti olmayan uzak ve yakın coğrafyadaki kardeş ve akrabalarımızı da ifâde eder. Dolayısıyla siyâsî irâde beyânı kadar; tarihî, medenî ve kültürel bir âidiyetle de kazanılabilir. Bir tarafıyla tarihin, bir tarafıyla coğrafyanın, bir tarafıyla da hem tarih hem coğrafya ve hem de kültürel mevcûdiyetimizin önümüze koyduğu mukadderattır. Türklük, bizim şimdi icad ettiğimiz zoraki bir kavram değil, yaşadığımız tarih ve biriktirdiğimiz medenî tecrübenin yaşayan değerleridir.”7 diyen; “Üst kimliğimizin tarihen ve siyâseten Türklük, sosyolojik bakımdan Müslümanlık olması bizim şimdi ve bu tür tartışmalar vesîlesiyle kullandığımız bir ‘tercih’ değildir; uzun asırlar sonunda sâdece ‘edindiğimiz’ değil, aynı zamanda bize ‘verilmiş’ kollektif bir isim ve ‘hüviyet’tir.”8 hükmünü ifâde eden, bu konulardaki sosyolojik tahlillerini; Ziya Gökalp’in de dâhil olduğu Mehmet Âkif, Yahyâ Kemâl, Mümtaz Turhan, Nurettin Topçu, Dündar Taşer, Erol Güngör, Durmuş Hocaoğlu ve Nevzat Kösoğlu’nun oluşturduğu entelektüel külliyatın rehberliğinde yorumlayarak yapan, siyâset sosyolojisine ve sosyal ilimlere vukûfiyeti çok yüksek olan standart üstü bir doktor öğretim üyesiydi.

O, milliyetçiliği; “Çağımızın en güçlü dinamiklerinden birisi” diye niteleyen, “Milliyetçilik, bizim gibi gelişmekte olan bir ülkede dînî-mezhebî, coğrafî ve etnik farklılıkları hoş gören, sosyal ve kültürel entegrasyonu güçlendirerek ‘gelişme’nin önündeki engelleri azaltmaya yarayacak kültürel bir ‘üst kimlik’ vâsıtası olacaktır ve olmalıdır mı; yoksa belli bir grup veya grupların ‘siyâsî ideoloji’si mi?”9 sorusunu soran; hiçbir zaman sentetik milliyetçi, mevsimlik ideâlist, seyyar kıbleli muhafazakâr, devşirme dâvâ adamı, rüzgâr gülü mücâhit, fason demokrat olmayan, değişim fırtınasına kapılıp inançlarını, ölçülerini ve ülkülerini rafa kaldırmayan, inandığı gibi konuşan, düşündüğünü açıkça yazan, yüreği rozetinden çok büyük olan, etnik fitneye çanak tutarken Türk milliyetçiliğini tekfîr eden new-zuhûr siyâsal İslâmcıları aslâ tasvip etmeyen, Namık Kemâl’in “Vatan Şarkışı” şiirinde;

Ecdâdımızın heybeti mârufu cihândır,

Fıtrat değişir sanma! Bu kan yine o kandır.”10

diye ifâde ettiği gerçeğe bütün kalbiyle inanan aksiyoner bir vatan evlâdıydı.

O; “Biz bağışlanmış bir vatan toprağını vatan yapmadık. Kimsenin sâyesinde burada oturuyor da değiliz. Bu coğrafyayı vatan yapmanın bedelini hâlâ ödemeye devam ediyoruz. Bu devlet de Birleşmiş Milletler kararıyla kurulmadı. Millî varlığımızı kimsenin, hiçbir yerin âtıfetine, merhametine borçlu değiliz. İhsan edilmiş değil ‘emânet’ edilmiş topraklarda açtık gözlerimizi dünyaya. Orada da kapatacağız, Mevlâ’nın izniyle… Biraz erken, biraz geç… Nasıl olsaKülli nefsin zâigatül mevt.”11* diyen, “Türkiye, şâyet hâricî bir gücün fiilî saldırısına mâruz kalırsa yapılacak şey târihî ‘sicil’imizde yazıyor”12 diyerek azîz vatanımıza göz dikenlere neler yapacağımızı şimdiden net cümlelerle ifâde etmiş; “Şahsen hem milletime, hem vatanıma karşı ve hem de ülkücü-milliyetçi harekete karşı, Türk olduğum ve ülkücü olduğum için kendimi ölünceye kadar ‘borçlu’ hissedecek, borcumu ödemek için de son nefesime kadar uğraşacağım.”13 sözünü vermiş ve bu sözünü Hakk’a yürüdüğü güne kadar yerine getirmiş olan “Âsım’ın Nesli”nden bir alperendi.

O; “Hayatımda kendimi ülkücü hareket kadar hiçbir şeye sâmimiyetle vermedim. Benim için millî ideâller uğrunda mücadele etmekten daha haklı hiçbir şey olmadı; fakat hiçbir zaman da iyi bir ‘partili’ olamadım. En ‘partizan’ olduğum zaman bile iyi bir ‘partili’ değildim. Partili olmak biraz farklı bir şey. Ben partide pek ‘geçimli’ bir adam sayılmazdım. Parti demek siyaset demektir. Siyaset bazen konuşmak, ama bazen de susmak ve sîneye çekmektir. Bu benim için daima çok zor olmuştur. İtirazımı gizlemeyi hiç beceremedim. İkna olmadan susmak yalan söylemekten farksızdı. İkna olmadıkça itirazı geri almak riyakârlıktı. Tarikatlara meyletmeyişimin sebebi de aynıydı gâliba. Aklen ve zihnen ikna olmadan kalben teslim olamadım. Teslimiyeti değil îtirâzı sevdim hep. Teslimiyet isteyenler de aslâ sevmediler beni. ...Ülkücülük MHP’yi rahminde taşıdıkça onu da öyle müdafaa etdim. Roller değiştiğinde herkes gibi ben de çok sıkıntıya düştüm. ‘Hareket’ partiyi tanımladıkça her şey çok kolaydır; ama ‘parti’ hareketi tanımlamaya başlayınca işler değişir. Hareketi inançlar, idealler ve ilkelerden başka hiçbir şey bağlamaz; partiyi ise bunlardan çok başka şeyler bağlar; çünkü, parti her şeyden evvel siyasi bir varlıktır. Hareket ise öncelikle ideolojik endişelere dayanır.”14 diyen; “Hareket”in “Parti”ye yön vereceği günler için “Allah’tan umut kesilmez!” inancıyla hayâller kuran, “Hayâller kuruldukça umutlar yaşar. Hayâller ümitlerin zembereğidir, hep kurulu durmalı…”15 düşüncesiyle ufuk çizgisinde umut şafağının sökeceği günleri “Bir gün mutlaka!..” hayâliyle bekleyen, ümit kandillerinin hiç söndürmeyen ve hiç karamsarlığa düşmeyen inançlı bir dâvâ adamıydı.

O; “15 yaşından beri ‘Ülkücü’ hareket içinde olmaktan bir ân olsun nedâmet duymayan”16, Besmeleli bir aşk ve Ay Yıldızlı bir sevdâ ile Türk’e, Türkiye’ye ve Türk Dünyası’na meftûn olan; emdiği sütün, içtiği suyun, astığı bayrağın, bastığı toprağın hakkını veren, fakirin; ‘Kıble yürekli, “Gül” gönüllü, Hilâl bakışlı, Hz. Hamza Duruşlu, Kürşad tavırlı ve Tûran düşünceli” diye vasfettiği ülkücü Türk milliyetçilerinden ve “Men âmene bil-kaderi, emine min-el kederi”17* hükmünün sertâç eyleyen mütevekkil insanlardandı.

O; Türklüğün her meselesini kendisine dert edinen, “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi”ni18, milletimizin kültür ve asâletini, devlet kurmadaki kabiliyet ve teşkilatçılığını yazılarında devamlı dile getiren, tevârüs ettiğimiz muhteşem medeniyetin tarihî sorumluluğuna müdrik olarak kendimize ait mukaddes rüyâlar görmemiz ve büyük ülkülere sâhip olmamız gerektiğini eserleri, sohbetleri ve köşe yazılarıyla yeni nesillerin zihinlerine nakşeden, Türk milliyetçilerinin fikrî gelişmesine dâir yaptığı sosyolojik analizlerle gönüllerde turkuaz bir çerağ uyandıran kalem ve kelâm mücâhidiydi.

O; ülkemizin bugününe ve yarınlarına dâir meselelerle, Türk Dünyasının istikbâli için alın ve gönül teri döken; milletimizin târihî mefahiriyle yeniden buluşması ve câmi merkezli yeni bir medeniyet inşâ etmesinin şartın ötesinde bir mecburiyet olduğunu söyleyen, bunun için de gençliğin aynı ideâllere ve hayâllere sâhip olması, büyük ülküler peşinden koşması, Bilgi Çağı’nın gereğini yerine getirmesi, çok okuması, durup dinlenmeden çalışması, kendisini geliştirmek için sa’y u gayret göstermesi gerektiğinin altını kırmızı çizgilerle çizen; millî, mânevî ve siyâsî konular hakkındaki görüşleriyle, tespit, tenkit ve teklifleriyle temâyüz eden, bir televizyon konuşmasında; “Bizim devlet geleneğimizde, devlet hiçbir zaman dergâhlar ve tekkeler arasında paylaşılmamıştır. Maaşını devletten alıp emri âbilerinden, mürşidlerinden, gavslardan, mehdi-mesihlerden ve şeyh efendilerden alan kişiler devlette kamu görevi icrâ edemezler. Bizim devlet geleneğimizin esası şudur: Devlete tâlipseniz, servete de mârifete de tâlip olmayacaksınız. Servete tâlip olacaksanız ne devlete ne de mârifete tâlip olmayacaksınız. Mârifete tâlipseniz o zaman devlete de servete de tâlip olmayacaksınız. Hem devleti istiyor insanlar hem serveti hem de mârifeti istiyorlar. Bunun adı bizim tarih felsefemizde bir tek kelimeyle ifâde edilebilir; rezâlet…” diyen; Allah vergisi akıl almaz zekâsı, olağanüstü hâfızası, müthiş nâtıkası ve ilmî birikimiyle tanıyan herkesin zihninde ve gönlünde derin izler bırakan çok donanımlı bir mütefekkirdi.

O; derin tarih bilgisinin ve siyâset felsefesinin çağladığı saatler süren sohbetlerinde; kendine has latif ve akıcı üslûbuyla, gayet nükteli ve etkili hitâbetiyle, günümüzdeki gelişmeleri tarihî olaylarla açıklayan ve bu zamana kadar hiç rastlamadığınız değerlendirmeleri çarpıcı misallerle dile getiren, bakış açısı ve düşünce sistematiği çok farklı özellikler ihtivâ eden; Ehl-i Sünnet îtikâdında bağlı muazzam dînî müktesebâta, çok geniş bir genel kültüre, siyâsî olayları okuma kabiliyetine ve çok zengin bir türkü repertuarına sâhip olan, sık sık; “Hele bize iki ‘mökkem’ çay ver oğul!”19 diye seslenen, tütünle ve demli çayla irtibâtını hiç koparmayan, saz çalan, yanık sesiyle güzel türküler söyleyen, çok özel fıkralar ve orijinal kıssalarla taşı gediğine koyan, çakma değil gerçek anlamda “yerli ve millî” bir fikrin müntesibi olan ve Anadolu irfanıyla yoğrulan çaplı bir entelektüeldi.

O; dostlarıyla ve gençlerle beraber olmaktan büyük bir mutluluk duyan, buna vesîle olması için istisnâsız her Cuma akşamı Türkiye Günlüğü dergi ofisinde “kuru fasulye ve pilav” kazanlarını kaynatan, gönül dostlarının buluştuğu yemek sonrası, ‘millî sporumuz vatan kurtarma’ eksenli başlayan ve gece yarılarına kadar devam eden; ilmî, edebî, siyâsî, tarihî ve içtimâî konularda ufuk açıcı sohbetler yapan, sözü çoğunlukla başkasına bırakmayan; tiyatral üslubuyla, “monolog” temelli ve esprili konuşmalarıyla kendisini can kulağıyla dinleten Gümüşhane’nin has evlâdıydı.

O; Türk tarihini bir bütünlük içinde ele alan, Anadolu Beylerbeyliğinin dar penceresinden değil; Hunların, Göktürklerin, Selçukluların, Osmanlı Cihan Devleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ufuk çizgisinden dünyaya bakan; Göktürklerin ceddimiz, Selçukluların dedemiz, Osmanlıların babamız, tarihte kurduğumuz cihan devletlerinin dünümüz, Türkiye Cumhuriyeti’nin de bugünümüz olduğunu anlatan, Anadolu’nun dün de, bugün de Türklerin yurdu olduğuna ve inşaAllah kıyâmete kadar da Ay-Yıldız mührü taşıyacağına yürekten inanan, millî tarih şuuruyla mücehhez ve tepeden tırnağa Türk olan bir münevverdi.

O; dünyanın en stratejik bölgesi olan ve “kıt’aların kalp merkezi”nde yer alan aziz Türkiye’mizin kıyâmete kadar Türk yurdu olarak kalacağına inanan, Altaylardan Tuna’ya uzanan geniş bir coğrafyada yer alan Türk illerinin çektiği zulmün ve gönül coğrafyamızda yaşanan kan ve gözyaşının hüznünü yüreğinde duyan, Tûran illerinin ve İslâm dünyasının her bakımdan hür olmasının hayâllerini kuran, şahsî ikbâl hesâbı yapmayıp milletin dertleriyle dertlenen ve Nâmık Kemâl gibi;

Bâis-i şekvâ bize, hüzn-i umûmîdir Kemâl,

Kendi derdi gönlümün billâh gelmez yâdına


diyen diğerkâm bir gönül adamı ve gerçek anlamda “ikri hür, vicdânı hür, irfânı hür”20 bir şahsiyetti.

O; inandığı değerler uğruna dünyaya pervasızca meydan okuyan, İstiklâl Şâirimizin;

Enbiyâ yurdu bu toprak; şühedâ burcu bu yer,

Bir yıkık türbesinin üstüne, Mevlâ titrer!”21

dediği bu azîz vatan için gözünü daldan budaktan, zâlimler ve vesâyetçiler karşısında sözünü dudaktan sakınmayan, kimsenin söylemeye kolay kolay cesâret edemediği sözleri her dönemde ve her platformda yüksek sesle haykıran, Hakk’ı ve hakikati söylemekten hiçbir zaman geri durmayan, Yaradan’dan başka hiç kimseye eyvallahı olmayan, en karanlık cunta dönemlerde ‘zâlimin hasmı ve mazlumun yanında olmayı’ duruşuyla da yazılarıyla da ortaya koyan, “Firavunun karşısında olmak yetmez, Mûsâ’nın da yanında olmak gerekir”22 sözünü diline tesbih etmeyip hayâtıyla çeken, zihninden geçen düşünceleri dolaysız bir üslupla ve dümdüz ifâdelerle yazan korkusuz bir erbâb-ı kalemdi.

O; Dâvûdî bir sesle, müthiş bir belâgatle ve coşkulu bir tarzda konuşan; îzah ettiği her mevzuu ifâdelerindeki cevvâliyetiyle, cerbezeli hitâbetiyle, jestleriyle, mimikleriyle, fasih Türkçesiyle, mîzâhî, nükteli, tumturaklı ve harâretli üslûbuyla söylediklerini sanki yaşayarak anlatan, “Yenilgi kabul etmeyen bir neslin”23 bayraktarı olan Enver Paşa’yı; “Yakın tarih onun kadar yiğit, delikanlı, ideâlist bir adam görmemiştir!” diye başlayan bir cümlenin ardından Enver Paşa’yı; “Kim onun kadar inanmıştır, Trablusgarp’taki o kutsal ve ümitsiz........

© Enpolitik