BİR CENAZEDEN ÇOK DAHA ÖTESİ
Ebedi âleme inanan için bu âlem elbette ki faniydi. Ruhu sürekli ebediyeti özleyen, sonsuzluğun sırrına kapı aralayan her fani için de aldatıcı bir yâdellerden ötesi değildi bu dünya. Bir anavatan hiç değil!
Bizim kuşakların belleklerinin anavatanı genelde 1980’lerin öncesidir. Çocuklukları, gençlikleri, ilk sosyalleşmeleri, ilk kavgaları, ilk aşkları, ilk acılarını o yıllarda yaşamışlardır. Çoğu yaşadıklarını ifade bile edememişken onları anlayanların da olduğunu söyleyemeyiz. Ne aileleri, ne öğretmenleri, ne de bir büyükleri olmuştu ellerinden tutan. Önlerine sürülen bolca ideolojik tahrik kitapları olmuştu ama onlar ideolojilerin birer dayatmaları olduğundan çok da kabul görmemişti.
İşte o sıralar sığınılan mekânlar yine güzel sözlerin gölgelikleriydi, müziğin şifa olan tınılarıydı.
Elitlerin güzel sözlerimizin üzerine yabancı normlar giydirerek dilimize pelesenk ettikleri aranjmanlar, bozkırdan gelen tezenenin, bağlamanın, kopuzun seslerini çoktan bastırmış, Anadolu’nun ozanlarına büyük şehirlere girmeleri bile çok görülmüştü.
Bizden olan bir sese hâlbuki ne kadar ihtiyaç vardı.
Varsın eğitimli olmasındı. Varsın fazla hüzünlü, varsın arabesk olsundu ama dayatılmayan, üniformayla, emir ile dikte edilmeyen, bozkırı da, ovayı da, dağları da, şehirlerdeki fabrikaları da içine çekecek; varoşlarda soba başında birbirlerine sarılarak ya da yumularak uyuyanları sarmalayan bir sesi ne kadar çok beklemişti bizim nesil.
Gerek okumaya, gerek fabrikalarında çalışmak için geldikleri şehirlerin merkezlerinde tutunamasalar bile varoşlarında yer bulabilmişler, şehirle tanışmışlardı. Üstleri başları da artık köylü gibi değildi. Bol pantolon yerine bele oturan pantolonlar giyiyorlardı. Paçaları da hafif geniş, tokalı kemerleri de göz alıcı cinstendi. Üstten iki açık düğmeli gömlekleriyle henüz oturamadıkları şehir merkezlerinde gezinirlerken nasıl bir dönüşümün elçileri olduklarının farkında bile değildiler.
Aşkı şehirde tanımaya başlamışlar ama âşık olmasını bilemediklerinden çoğu karasevdaya düşmüşlerdi. Bu yüzden içlerindeki ateşi kolay söndüremedikleri gibi epey pahalı bedeller ödemeleri de büyük şehirlerin sıradan adi vakalarına dönüşmüştü. Babaları köyde annelerine sevdiklerini sözle ifade edemeyip, elinde tuttuğu ipekli kumaşı uzatırken, “Bunu pazardan senin için aldım” diyerek ifade ettikleri gibi onlar da buralarda ‘Seni seviyorum’ diyemiyorlardı ama çok çabuk içselleştirdikleri; “Seni üzgün görsem…” ya da “Varlığının tiryakisi, yokluğunun delisiyim” gibi sözlerle sevdiklerinin gözlerine bakıp, kendilerini ifade edip, mutlu olabiliyorlardı.
Almanların büyük düşünürü Goethe: “Allah lüzum gördüğü yere lüzum gördüğü insanları gönderir” derken bu ülkeye de sanki o an için lüzum gördüğü Orhan’ı, Müslüm’ü, Ferdi’yi göndermiş ve kısa zamanda şehirlerden tutun da köylere, yollara, en uçtaki bütün köşelere kadar bunların dudaklarından dökülen sözler yazılmıştı.
Orhan Gencebay şehre daha önce girmiş, daha arabesk ve daha derine hitap ederken artık şehrin yakışıklı bir beyefendisi olup çıkmıştı. Müslüm Gürses şehre halen tutunamayan, fazlaca küskün ve kırgınların, teslim olmuş veya çabuk isyankârlaşmışların sesiydi adeta. Ferdi Tayfur ise geldiği köyden birçok izleri de şehre beraberinde getirmiş, isyandan çok kabullenişlerin, acılara rağmen direnişlerin dizeleriyle hitap eder........
© Enpolitik


