Türkiye siyasetinin en kronik (süreğen) alışkanlıklarından biri “devr-i sâbık yaratmak” tır. Kavramsallaştırmanın lafzı bağlamında anlaşıldığında aslında bu olumsuz bir durum olmayabilir. Neticede “devr-i sâbık”, “yeni yönetimin, kendinden önceki dönemi sorgulaması, hesap sorması” karşılığı bir ifadedir. Bu şekilde bakıldığında, rövanşizimden uzak, muhakkak adaletle, illa kanunlar çerçevesinde, tercih edilir ki her daim “insaf ve izan” ile yürütülürse bu süreçler, siyasetin gereği olan meşruiyet, kanunilik, hesap verebilirlik ölçütleriyle uyumlu olabilir. Ancak, kazın ayağı öyle değil. Derler ya: “Burası Türkiye yok öyle…!”
“Sâbık” olanın, yani eskinin, bir öncekinin, söylemde, ve genellikle de eylemde, iktidardan dışlanmasını anlatır bu toprakların siyasetinde “devr-i sâbık”. Bu amaçla “önceki” nin mutlak olarak ötekileştirildiği, itibarının yerle bir edildiği, sözün özü “insan içine çıkamayacak hale getirilmeye” çalışıldığı; adaleti pek kafaya takmadan, kanunlara takılmadan, insaf ve izana da aldırmadan yürütülen rövanşist bir süreci tanımlar. Çoğunlukla bir öncekinin yaptığı hizmetlerin, olumlu katkı ve birikimin göz ardı edilmesi, inkâr edilmesi, yok sayılması üzerine kugulanır; bunun toplumun ve devletin hafızası üzerindeki eksiltici, olumsuz etkisi gözetilmez. Bu haliyle Türkiye’de maalesef bir siyaset yapış biçimine dönüşmüştür. O kadar ki yeri gelir kitlede bir beklentiyi, yeri gelir yeni yönetimin kadrolarının talebini, yeri gelir siyasetçi adına bir taahüdü, kimi zaman da, “abanın altındaki sopayı” hatırlatıcı işleviyle, bir tehdidi ifade eder. Nihayetinde çağrışımı olumlu değildir…
Elbette “devr-i sâbık” uygulamaları salt bu coğrafyaya özgü değil. Bireyler ve gruplar arasında Siyasi rekabette tarihin her döneminde her yerde az çok yaşanmıştır bunlar. Fakat “devr-i sâbık” uygulamalarının bizim siyasi tarihimizde kurumsal karakter kazanması 1908’de II. Meşrutiyetle başlar. II. Abdülhamid saltanatında vazife almış kimilerine “devr-i sâbıkın mülevves (iğrenç) vesâit-i icrâiyesinden (uygulama araçları)” denmesi o dönemdedir. Bunub rövanşıysa mütareke döneminde yaşanmıştır. 1950’de iktidara geldiğinde “devr-i sâbık yapmayacağı”, “ahz-ı sâr” etmeyeceği taahüdünde bulunan Demokrat Parti’nin sonraki uygulamaları bu sözlerle önemli bir çelişki arz etmiştir. Sonraki siyasi tarihimiz zaten, ve maalesef, malum…
Bizde yönetme erkini eline alanın iktidardan anladığı genellikle “mutlak iktidar” oluyor. Çok partili hayata gerçek anlamda geçtiğimiz 1950 seçimleri sonrası neredeyse tüm siyasi söylem şu veya bu ölçüde “tek parti iktidarı” eleştirisi üzerinden biçimlense de, iktidarı eline alanın hızla “tek parti” tarz-ı siyasetini sahiplenmesiyle bu durum tecrübe ediliyor. Bu anlamda Adnan Menderes’in: “Biz Halk Partisinin değil, tek parti zihniyetinin ebedi düşmanıyız ve o zihniyeti bir daha kalkmamak üzere milletçe yere sermiş bulunuyoruz. Yolumuz geriye giden değil, ileriye giden yoldur.” sözleri yetmiş beş yıl sonra halen manasına kavuşmamış biçimde siyasetin kubbesinde yankılanmaktadır. Rövanşizmin mazeretiyse hep aynıdır:........