Sahi, neden anlatamıyoruz?

Şu gerçeklik önümüzde olduğu gibi duruyor: İslam’ı hakkıyla anlatamadığımız gibi, İslam düşmanlarını da hakkıyla teşhir edemiyoruz.

Neden?

Ne yazık ki bu sorunun cevabı, hep çok katı kalıplar içinde verilmiş. O kalıpların en yaygını ise şudur: İhlası zayıf, günahkâr kullarız, o yüzden anlatamıyoruz.

Bu cevap, niye hakkı gereği gibi anlatmadığımızı ifade edebilir. Ya zalimleri hakkıyla teşhir edememek? Onu neyle izah edeceğiz?

Sorumuz bugüne kadar cevapsız kalmıştır. Dolayısıyla bu konuda anlatılacak olanlar, daha çok bir ilk görüş noktasında olacaktır. Analizimizde bunun farkında olarak soruya cevap vermeye çalışacağız.

HAKKI ANLATMANIN ÖNÜNDEKİ ENGEL

Hakkı anlatmak konusundaki engellerden biri, “Hakkın yayılması için hak olması yeterlidir!” inancıdır.

Kur’an-ı Kerim, bize hakkı anlatmayı emretmektedir. Hz. Peygamber salallahü aleyhi vesellem, Ashabı ve sonraki İslam büyükleri bu emri hakkıyla yerine getirmişlerdir.

Onlar, bedenlerinden kaynaklı engellere takılmamışlar, arzularını dinlememişler, düşmanın çıkardığı engelleri aşmışlar ve canları pahasına hakkı anlatmaya devam etmişlerdir.

Bu emir ve örneklik karşısında bize ne oldu da “Hakkın yayılması için hak olması yeterlidir!” sözünde takılıp hakkı anlatma konusunda isteksiz davranıyoruz?

Bir Müslüman nasıl olur da Kur’an-ı Kerim’i, Siyeri, Hadis külliyatlarını okur da motivasyonu bozan bu inanışta takılıp kalır?

Bu inanış, bir yanıyla “Biz oturacağız ve hak kendiliğinden yayılacak. Biz, oturacağız ve hakkı yayan birileri zuhur edecek.” şeklindeki bir anlayışa dayanıyor.

Bu inanışın diğer yanı ise insan eylemlerinin iradesi dışında gerçekleşip gerçekleşmediği ile ilgili yaklaşımlardan kaynaklanıyor.

“İnsan ne yapsa boş!” diye özetleyebileceğimiz cebriyeci anlayışı henüz ilk asırda Müslümanlar alt etmemişler miydi? Öyleyse nasıl olur da aradan geçen on dört asra rağmen, Mü’minin aslî vazifelerinden olan hakkı anlatmak bu inanışa takılabiliyor?

Kanaatimce bunun en önemli nedeni, Asr-ı Saadet sonrası Müslüman imparatorlukların, halkı zapturapt altına almak için Müslüman iradesiyle gizli bir mücadele içine girmiş olmalarıdır.

Bu imparatorluklar, insan iradesini hiçleştirip değişim umutlarını kırarak birey ve toplulukları teskin etme yoluna gittiler.

İmparatorluklar, toplumun hareketliliğinden korktular ve toplumsal hareketliliği bastırmak için bir “sükûnet ideolojisi” geliştirdiler. Bu ideoloji doğrultusunda fert ve topluluklara “Hak, kendini yayar ve Allah isterse batılı bertaraf eder! Öyleyse ne diye kendini yoruyorsun?” dediler. Fert ve toplulukların kendilerini kötü gidişattan sorumlu tutmalarını engelledikleri gibi, onların kendilerini hakkı yayma vazifesinden de azat etmesine yol açtılar. Bu, sorumluluğu bertaraf ederek eylemsizliğe yöneltme taktiğidir. İmparatorluğu içeride sükûnette tutmak için başvurulan bu taktik ne yazık ki tutmuştur.

“Sükûnet ideolojisi”, Kur’an’ın emirlerine ve Sünnet-i Seniye pratiğine tamamen aykırıdır. Ama imparatorluklar, güçlü propaganda ağları ile bu aykırılığın fark edilmesini de engellediler.

“Sükûnet ideolojisi”nin bir de amir ve memurlara bakan tarafı vardır: İmparatorluk ideologları, “Görev istenmez verilir.” dediler. Oysa Ashab uygulamasında görev talep etmek vardır.

Görev istenecek ki istek ile ehliyet buluşsun ve dehalar keşfedilsin. İsteğin önü kapatıldığında nice muhlis deha, kaybolup gider ve nice riyakâr kabiliyetsiz öne çıkar.

Yine imparatorlukların dayattığı “sükûnet ideolojisi”, kişinin eserini tanıtmasını da ayıp saymaktadır, tanıtımda bulunanı kınamaktadır. Oysa zahid ulemamız dahi mukaddimelerde eserini tanıtmış ve kimi zaman “Biraz abartılı olmadı mı?” denecek kadar övmüştür.

Zira insanın kabul görme isteği vardır ki kabul görüş, özellikle maddi bir karşılığı olmayan işlerde teşvik edicidir. Hakkı anlatan Müslüman anlatıcı, bu teşvikten yoksun bırakılmış, onun motivasyon kaynakları kurutulmuş, böylece hakkın anlatılmasında gerilik zuhur etmiştir. Bugün üretken Müslümanlar,........

© Doğruhaber