Samimi misiniz yoksa sınırsız mı? |
Bazı toplumlarda bazı kelimeler anlamını kaybeder; ‘samimiyet’ de bunlardan biri.
Yakın olmakla iç içe geçmek, bağ kurmakla boğmak, duygusal paylaşımla karşı tarafın iç alanını işgal etmek birbirine karışır. İnsanlar, birbirinin hayatına izinsiz girmeyi sıcaklık, mahremiyeti delmeyi içtenlik, duygusal taşkınlığı dürüstlük sanır. Birinin alanında rahatça dolaşabilmek, ilişki kurabilmenin en doğal yolu gibi görülür. Oysa yakınlık, kontrolsüz temas değil, sınır bilinciyle kurulan bağdır.
Samimiyet iki insanın iç dünyasına karşılıklı olarak kapı aralamasıdır; sınırsızlık ise kapının menteşelerinden koparılmasıdır. Kapı ortadan kalktığında temas düzene dönüşmez, akış sel olur. İnsan ilişkileri de böylesi taşkın hâllerde derinleşmez; bulanıklaşır. Çünkü sınırsız temas yakınlığı artırmaz, yalnızca tarafların sınırlarını silerek ilişkiyi muğlak ve yorucu bir alana dönüştürür.
Bu bulanıklık yalnızca bireysel ilişkilere özgü değil; kökenini çok daha erken yaşantılardan alır. Sınır duygusu doğuştan gelmez, çocuklukta adım adım öğrenilir.
Sınır, çocuğun ‘Ben ayrı bir varlığım’ farkındalığı geliştirmesiyle birlikte şekillenmeye başlar. Winnicott’a göre gerçek benliğin ortaya çıkabilmesi için çocuğun iç dünyasına saygı gösterilmesi gerekir; çocuk ancak ruhsal alanı ihlal edilmeden var olabildiğinde kendisi olabilir. Bağlanma kuramı, güvenli bağın yalnızca yakınlıkla değil, aynı zamanda çocuğa tanınan özerklik alanıyla mümkün olduğunu gösterir.
Bowen’ın aile sistemleri yaklaşımı ise ruhsal olgunluğun en önemli göstergesini, bireyin ailesine duygusal bağlılığını korurken kendini onlardan ayırabilme becerisinde tanımlar.
Sağlıklı sınır ortamında çocuk hem sevilir hem korunur; bedensel ve duygusal alanına saygı gösterilir; “Hayır” dediğinde sesi ciddiye alınır. Böylece çocuk şunu öğrenir: Yakınlık, kendinden vazgeçmek anlamına gelmez. Bağ kurmak, benliğini kaybetmek........