menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Güvenmek neden zor?

30 0
16.11.2025

Güven… İnsanın içinde sessizce yer eden ama hayatını şekillendiren bir duygu. Birine elini uzattığında tutup tutmayacağını bilememenin, söylenen sözün ağırlığını tartmanın, bir bakışın ‘Buradayım‘ çağrısını sezmenin adı.

Hayat, görünmez bir güven ipiyle birbirine bağlanan sayısız anın toplamıdır. O ip koptuğunda yalnızca bir ilişki değil, insanın dünyayı algılama biçimi kırılır. Çünkü güven çöktüğünde önce anlam sarsılır; gerçekliğin dokusu çözülmeye başlar.

Bu kırılgan ama yaşamsal duygu, hem evrimsel belleğin sessiz mirasında hem çocukluğun derin katmanlarında yazılıdır. Güven biyolojik bir refleks olduğu kadar kültürel bir karardır. İnsan yaşamının içsel, toplumsal ve estetik yüzünde iki ayrı biçimde değil, tek bir bütün olarak hissedilir. İnsan güvenle hem var olur hem kaybolur; hem iyileşir hem incinir. Bu yüzden güveni anlamak, insanı anlamaktır.

Güven duygusunun kökeni, insanın evrimsel tarihinde saklıdır. İlkel topluluklar için güven yalnızca duygusal bir gereksinim değil, doğrudan bir hayatta kalma stratejisiydi. Grup içinde yer almak yiyeceğe, korunmaya ve güvenliğe erişimi artırırken dışlanmak çoğu zaman ölümle eşdeğerdi. Evrimsel psikoloji bu nedenle insan beyninin güvenilirlik sinyallerini sezmek üzere yapılandığını söyler. Bir yüz ifadesi ya da mimik, ses tonundaki titreme ya da göz temasının süresi… Hepsi, atalarımızın çevresel riskleri ölçebilmesi için evrilmiş bir erken uyarı sistemidir.

Bu biyolojik mekanizmanın kimyasal taşıyıcılarından biri oksitosindir. Paul Zak’ın çalışmalarında oksitosinin bağlanma davranışını ve sosyal işbirliğini kolaylaştırdığı, güven duyulan anda salgılandığında ilişkiyi biyolojik düzeyde pekiştirdiği anlatılır. Başka bir deyişle, ‘Sana güveniyorum‘ hissi yalnızca kalpte değil, kanda da dolaşır.

Fakat doğa her zaman bir ironi taşır. Güven hayatta kalmayı sağlarken ihanet en yıkıcı tehditlerden biridir. Bu yüzden insan zihni sürekli şu soruyla meşgul olur: “Kime, ne kadar güvenmeliyim?”

Aşırı güvenmek risktir; hiç güvenmemek ise yalnızlığa açılan bir kapıdır. Evrim bizi bu iki uç arasında ince bir ipte yürümeye zorladı. Böylece güven, insanın en cesur ama en tehlikeli eylemine dönüştü. Yakınlaşma ile tetikte olma arasındaki gerilim de tam burada doğar.

Güvenle tanışmamız doğumla başlar. Erik Erikson gelişimin ilk evresini ‘temel güvene karşı güvensizlik‘ çatışmasıyla anlatır. Bebek ihtiyaç duyduğunda bakım verenine ulaşabiliyorsa zihninde sessiz bir kanaat oluşur: ‘Dünya güvenilir bir yer.‘ Karnı acıktığında doyuruluyorsa, ağladığında sakinleştiriliyorsa, üşüdüğünde sarılıyorsa, bu küçük deneyimler büyük bir iç inanca dönüşür. Bu inanç, çocukluğun görünmez mimarisini oluşturur; kişinin ileriki ilişkilerinin derin zeminini hazırlar.

Tutarsız, kayıtsız veya duygusal olarak uzak bir bakım veren modeli yalnızca güvensiz bağlanma yaratmaz. Çocuk, ‘Demek ki ben önemli değilim‘ ya da ‘Duygularım abartılı, kimse ciddiye almıyor‘ gibi görünmez sonuçlara varır ve zamanla kendi duygularının da güvenilmez olduğuna ikna olur.

Gelişimsel nörobilim, bu erken deneyimlerin stres sistemi, prefrontal korteks gelişimi ve sosyal biliş ağları üzerinde kalıcı etkileri olduğunu gösterir. Yani erken güven yalnızca bir duygu değil, beynin örgütlenme biçimidir.

Bu erken kayıt yetişkinlikte yeniden açılır. İlişkiye yaklaşmak isteriz ama aynı anda geri çekiliriz. Güvenmek isteriz ama içimizde bir ses fısıldar: ‘Ya yine........

© Diken