menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

On Paralık Eden Diş Ağrısı! : Köyden Kente Uzanan Acı Dolu Yolculuk

11 2
06.12.2025

Zonklamaları beynine vuruyor ve dişinin oyuğundaki ağrı, adeta bir nabız gibi atıyordu. Sağa döndü, sola döndü; yüzünü yastığa gömdü, ağrıyan tarafına yatıp üstüne bastırdı ama bir faydası olmadı. Ağrı bir türlü geçmek bilmiyordu. Yatağından kalktı ve odanın içerisinde gidip gelmeye başladı. Bir çare bulmalıydı, yoksa olacak gibi değildi. Etrafına bakındı ve yutacak bir ilaç da bulamadı. Derken ağrıyan dişine tuz basmak geldi aklına. Bunu daha önce bir yerlerden duymuştu. Fakat tuzu bastıktan bir süre sonra daha da şiddetlendi ağrısı. Şöyle kızgın kora dönmüş bir çivinin ucunu dişin oyuğundan içeri sokup, en azılı yerinden dağlayarak söndürmek istedi ağrısını. Bu düşüncesinden de hemen vazgeçti. Hem acısını göze alamadı hem de tümden beter olmak da vardı işin sonunda. Çünkü dişinde yaptığı her kurcalama işlemi, elindeki çöple bir yaban arısı peteğini karıştıran çocuğun arıları iyice çileden çıkarması gibi onu daha da dayanılmaz ağrıların kucağına atıyordu.

Delikanlı olması hasebiyle evdekileri uyandırmayı gururuna yediremedi evvela. Sonrasında anladı ki bu ağrı dayanılacak türden değildi ve çaresiz annesine seslendi. “Ana!” dedi birkaç kez inler bir ses tonuyla ve annesinin uykulu sesinden bir cevap duyunca, “Dişim çok ağrıyor, duramıyorum.” diye devam etti. Toparlanıp gelmesi çok uzun sürmedi kadıncağızın. Durumu anlayınca bir sızı koyuldu annesinin yüreğine, ne edeceğini de bilemedi. İstemsizce ve bir çözüm ararcasına; ellerini kollarında ve yüzünde gezdirdi, sonra da fazlalık ya da birer emanet gibi yanlara doğru saldı ve en sonunda yeleğinin iki yanındaki küçük ceplere sığdırmaya çalıştı yumuk ellerini.

Yine, yeni bir sıklet anıydı yaşadıkları. Gecenin bir vaktiydi. Köy yerinde ilaç yoktu, imkân yoktu. Bir ara kocasını uyandırmayı düşündü fakat ondan da vazgeçti hemen. Bırak bu hâle bir çare bulmasını, gecenin köründe kaldırıldığı için esip gürlerdi herif. Öteki odadan gelen horlamalarıyla bile sanki bunları söyler gibiydi adam. “Damla su görmez çöllere belki kar düşer ama bu zalimin kalbine merhametten nem bulaşmaz.” diye geçirdi içinden.

Bazı zamanlar, eli kerpeten tutan birisi köyün gönüllü dişçisi olurdu fakat son yıllarda öyle bir kimse de kalmamıştı. Hem en son bu işi yapan Nalbant Salman Mahmut da iyice yaşlanmıştı. Kimini tutup çeker kimini de kırıp içinde bırakırdı dişlerin. Çürüğünü sağlamından ayıramayıp da ağrısız dişleri çekerek; ayağına varan hastaların derdine dert eklemeye başlayalı, kimse de kapısını çalmaz olmuştu nalbantın. Elleri titrediği ve gücü de yetmediği için kimsenin katırına ve atına da nal giydirmez olmuştu artık. Zaten iki mesleği birden bırakmayı düşündüğü son zamanlarda onu asıl tedirgin eden şey; köylünün dişini eksik ya da yanlış çekmekten ziyâde, Allah muhafaza, ahâlinin eli-ayağı sayılan bir katır veya atı sakat bırakabilir olmaktı.

Nalbant Salman Mahmut kendi hesabına kârdaydı. Köydeki dört nalı üzerinde yürüyen hiçbir hayvanı topala çevirmeden elindeki paslı kerpeteni, kerpiç duvardaki gene paslı olan çivisine asmış olmanın huzurunu ve kendince haklı gururunu yaşıyordu. Ayrıca bulduğu ilk fırsatta bir övünç nişânesi olarak bunu etrafına anlatıyordu. Fakat dişçilik konusunda giderayak kimseye de el vermediği için bu alanda ciddi bir boşluk bırakmıştı ve gecenin bu vaktinde Mustafa’nın ağrılı azı dişi, kafasının içinde davul tokmağı çalıyordu.

Çocuğun eli yüzünde, iki büklüm, amaçsız ve çaresiz adımlarla sağa sola seğirtmesini kısa bir an izledi annesi. Hemen sonra, “Oğlum, yüklükte on lira var, onu al da ilçedeki dişçiye git.” diyebildi. Mustafa afallar gibi oldu ve kızarmış gözerini iyice belerterek annesinin yüzüne baktı. İdare lambasına gaz aldırmak için köyün içindeki Kötü Köşker’e gönderiyordu sanki. “Ana! Bu vakitte ve bu hâlde ben nasıl giderim buradan tâ Gölbaşı’na?” dedi ağlamaklı bir sesle. Annesi iyice düşünmüş, kafasında tartmış, içinde almış vermiş ve çaresiz bu karara varmıştı. Başka bir şey de yoktu yapacak. Ya bu azap ağrısına dayanacak –ki bu da hiç kolay değildi- ya da ilçenin yolunu tutacaktı.

Mustafa hemen çıkışmıştı çıkışmasına da biraz bekleyince durumun vahâmetini ve çaresizliğin çıkmazlığını anlayıverdi. Kabullenmekten başka bir yol da göremedi zaten. Burada oturup ağrıdan ölmektense varsın yolda korkudan ya da kurda kuşa yem olup ölsündü.

İnsanoğlu işte! Bulunduğu her koşul ve vaziyete bir şekilde uyum sağlamak zorundaydı. Bunun da başta gelen kısmı evvela olayı kabullenmekti ve zaten Mustafa bu adımı biraz önce atmıştı. Aslında, iradesini kullanabilen ve çözüm yolu arayan birisi için mevcut durumu kabullenmek, karşısındaki hâdiseye teslim olmak demek değildi. Bilakis, onu yanındaki mindere oturtup kendine biraz alıştırdıktan sonra boynundan burkup koltuğunun altına almaktı, alt etmekti yani. Mustafa yerdeki mindere bakarken buldu kendini ve hemen kafasında bir plan yapmaya başladı.

Köyden ilçeye giden iki yol vardı. Birincisi, köylünün elbirliği edip, imece dedikleri usulle ve kazma-kürek yardımıyla açtığı yoldu. Yaklaşık yirmi beş kilometreyi bulan bu yol; kar ve yağmur gibi hemen her koşulu bahâne edip kapanan, taşlı-topraklı araba yoluydu. Zaten, köylünün bu yolda tekeri dönecek arabası da yoktu. Açık olduğu zamanlar ve özellikle de yaz sonları, gelse gelse ormancı cipi gelirdi buradan. Meşe yaprağı gibi koyu yeşil rengi ve arkasında da bir çadırı olan bu cipten, köylü pek haz etmezdi. Genelde içinden birkaç aynı kılıklı adam iner, muhtarın evine varır, bir şeyler yer içer, karşılaştıkları köylülere de ters ters bakar; sonra cipe binip kapısını sertçe kapatır ve hırlayan o canavarla, çamurlu yolda dişli tekerlerinden desenli izler bırakarak, kuru yoldaysa tozu dumana katarak ve arkalarına dönüp bakma zahmetinde dahi bulunmadan çekip giderlerdi.

Köylünün kafasında böylece yer etmiş olan bu araba yolu, şu an için bir seçenek değildi. Mustafa’nın anlayacağı; bu yol dünden kapalıydı besbelli. Eğer gidecekse ikinci yolu arşınlamalıydı. İşlek olan ve kendisinin de gidebilecek kadar bildiği yol ikincisiydi.

Bu ikinci yol, köylünün eskiden beri kullandığı patika bir yoldu. Hem burası kestirmeydi de. Bugüne kadar kilometre hesabını yapan olmasa da yıllardır üzerinde gidip gelen tecrübeli ayak sahiplerinin bildirdiği şekliyle; üç-dört saatlik çekeri vardı. Sağlıklı ve dinç bir çift ayak sahibi üç saatte gidebildiği gibi yükünü önüne katmış bir çiftçi ancak dört saatte arşınlayabilirdi bu dağ yolunu. Şeker, çay, kına, gazyağı ve saman çuvalı gibi farklı ihtiyaçlar için bu yol işletilirdi. Köylü, bağbozumu zamanı hasat ettiği bala dönmüş üzüm salkımlarını, ezilmesinler diye aralarına asma yapraklarından yastıklar yaparak, sepetlere dizer ve denkleştirdiği üzüm yükleriyle ilçenin yolunu tutardı. Farklı zamanlarda Mustafa’nın da gitmişliği vardı bu yoldan. Gündüz gözüyle ve bir yoldaşla rahat gidebilirdi bu zor yolu. Fakat şimdi hem geceydi, hem zonklayan bir dişi vardı ve hem de yalnızdı.

Bu düşüncelerle, hayal dünyasında çok kısa bir sürede, iki yolu da adımlamış ve gerçekte hangisinin tozunu kaldıracağını belirlemişti Mustafa. Dereyi geçince uzun yokuşu tırmanacak, Karyağan mevkiini geçecek ve Hacılar köyü üzerinden Gölbaşı’na varacaktı. Plan buydu ama içinde de bir tedirginlik vardı. Gidebilecek miydi acaba? Elini ağrıyan dişi tarafındaki yüzüne tekrar götürdü ve hafif yerinden yükselmiş hissettiği o dişini, karşılık gelen üst dişiyle biraz bastırmak istedi. İstemez olaydı! Üstüne bir bastırdıysa altından bin yumruk yedi sanki ve hemen gözleri çarık ayakkabılarını aradı. Dağdan aşıp ilçeye varacaktı ve bu konuda kararlıydı. Yüklükte iki tarhana çuvalı arasına........

© dibace.net