Okul Yolu Düz Gider Mi? |
Soba homurdanarak yanıyordu. İçi geçmeye başlayan ve közden küle dönen odunların üzerine, sırasını bekleyen henüz yanmamış odunlar da çökünce, sobanın içinde küçük çaplı bir patırtı koptu ve soba kaldığı yerden yanmaya devam etti. Ağır yün yorganın altında gözlerim yarı açık vaziyette yatarken, sobanın üzerindeki göbekli güğümden çıkan cızırdamaları dinliyor ve anlamsız seslerden farklı mânâlar çıkarmaya çalışıyordum. Annemin seslenmesiyle gözlerim tamamen açıldı. O, güne çoktan başlamış, harladığı sobayla odanın buzunu kırmış ve soğuğunu da sıcağa çevirmeye başlamıştı bile.
Oturma odası, yatak odası ve salon olma vasıflarının hepsini içerisinde barındıran ve ısınmaya başlayan odada doğrulup yatağa oturdum. Etrafıma öylece alıcı olmayan bir göz gezdirdim. Boydan boya serilmiş yataklarda kardeşlerim uyuyordu. Onları izleyince bir an tekrar yatmak istedim fakat yatağın sıcağından sıyrılıp çıkmak zorundaydım ve en zoru da buydu. Kararsızlık kabul etmez bir hamle ile doğrulup kalktım ve kimsenin eline ayağına basmadan sobadan tarafa atladım. Yataklar arasındaki boş kalan yerime azıcık daha bakındım ve yüzümü yıkamak için doğrudan dışarı açılan kapıdan kendimi soğuğun kucağına attım. Bir okul günü daha başlıyordu.
Buz gibi suda yüzümü yıkayıp okul kıyafetlerimi giydikten sonra annemin, benim için hazırladığı köy kahvaltısı sofrasına oturdum. Sırtımı sobaya verdim. Yoğurdun ve pekmezin bulunduğu sofrada, yufka ekmeğime farklı şekiller vererek, lokmalar yapmaya çalıştım ve annemin gönlünü edecek kadar yedim.
Köyümüz ilçeye yaklaşık yirmi kilometre uzaklıkta olup ortaokulu okumak için oraya gitmek gerekiyordu. Gerek köylünün eğitim konusuna bakışı gerekse ulaşımın zorluğu gibi nedenlerle, ilkokuldan sonrasına çok da giden olmazdı. Neyse ki arkadaşım Yusuf vardı ve hem de komşumuzdu. O da okul için şehrin yolunu tutmuştu. Sabahları ilk hazır olan dışarı çıkar; telefonsuz, zilsiz ve dolaysız olarak yalın bir haykırışla diğerini çağırırdı. Birbirimize yoldaş olur giderdik.
Bugünkü gidiş de onlardan birisiydi. Üzerime henüz oturmamış ve emanet gibi duran okul kıyafetimi düzelttim. Damağımda hâlâ pekmezin tadı vardı. Ayakkabımın ucunu yere vurarak giymeye çalışırken Yusuflara doğru baktım. Görünürde yoktu. Bunu fırsat bilerek, yüksek tonda, kısa ve net bir bağırışla seslendim. Cevap gecikmedi. Evden ayrılırken dönüp anneme baktım ve ondan gerekli tüm tembihleri aldım. Tam da bu anda, kısa bir süreliğine gözlerim annemde donup kaldı.
Kenarı oyalı yazması başında, basma şalvarı üzerinde, kolları her zamanki gibi çemrenmiş ve gözleri de nemliydi. Çorapsız ayağındaki lastik ayakkabıların özensiz kenarları, karşılık geldiği ayak derisinde kırmızı izler bırakmıştı. Üşümeye de sanki hakkı yoktu bu çilekeş kadının. Derisi kurumuş ve çatlamış ellerini önünde bağlamış ve beni okula yolcu ediyordu. Birisi diğerinin biraz üstünde olacak şekilde önünde tuttuğu bu ellere bakınca; fazlasını yapmak isteyen ama elinden de pek bir şey gelmeyen, içi sızılı bir annenin mahcubiyetini hissettim. Hissetmedim de gördüm sanki. Bir annenin hâlinin ve hissiyatının anlaşılabileceği en net görüntü buydu kanaatimce. Bir hâl diliydi bu, hâlinin söyledikleriydi. Harçlığımın çok kısık olması, ayakkabımın dört mevsime uymak zorunda kalması, öğleyin oralarda ne yiyebileceğim gibi kaygıları her ne kadar içinde bastırsa da vücudu istemsizce aşikâr ediyordu onları. “Yok oğlum, olsa da versem!” ifadesini, üst üste duran ellerinde yoğurup kucağında tutuyordu adeta. Yaşım küçük olsa da birbirini yoğuran o kuru fakat sıcak avuçlar içerisinde benim de yüreğim eziliyordu. Bunu hissedebiliyordum. Bir Anadolu kadınının çaresizliği, baş edemediği elleriyle dile geliyordu. Anlayabildiğim fakat taşımakta zorlandığım bu yoğun duygu kıskacından, Yusuf’un ıslığı kurtardı beni.
Bizim mahallede oturan ve dolmuş şoförlüğü yapan Hamdi Amcanın evine doğru hızlı ve heyecanlı adımlarla, çamurlu yoldaki kuru adacıklara zıplayarak ve de büyük hacimli taze inek gübrelerine basmamak için azami dikkat göstererek yollandık. Köyün tek toplu taşıma vâsıtâsına sahip olan Hamdi amcanın evine yaklaşınca her şeyi sabah sessizliğinde bulduk. Camına, buz kristallerinin değişik desenler işlediği dolmuş da orada duruyordu.
Hamdi Amcanın dolmuşu, uzaktan bakınca bir kaplumbağaya benziyordu. Yanlarında şerit çizgileri olan, yuvarlak ön farları, artık üzerinde durmaktan yorulmuş açık yeşil renkli boyası, tıpkı cilt üzerindeki bir ben lekesi gibi böğründe duran siyah yakıt deposu kapağı, yük koyabilmek için tavanına sabitlenmiş demir ızgarası ve oraya çıkabilmek için de arka tarafına tutturulmuş ince bir demir merdiveniyle köyümüzün yegâne dolmuşuydu. Tabii tek olması sebebiyle bu durum........