Walter Benjamin’in Tarih Meleği’nin Bitmeyen Trajedisi

Goethe ilk basımı 1787’de yapılan Genç Werther’in Acıları romanında, ana kahramanını içinden bir türlü çıkamadığı bir aşk üçgenine hapseder. Genç Werther’in hissettiği sıkışmışlık duygusu ve çektiği aşk acısı o kadar yoğundur ki, dünya yavaş yavaş tüm anlamını yitirir. İçindeki boşluk duygusu bir yerden sonra iyice dayanılmaz bir hal alır ve Werther önce veda mektupları yazar, sonra kendini başından vurur. Ancak hemen ölmez, birkaç saat acılar içinde yaşamaya devam eder.

Roman yayımlandıktan sonra büyük infial yaratır. Bazı genç okuyucular Werther gibi intihar etmeye başlar. Bu vakalar o kadar tipiktir ki, yıllar sonra psikolojik sorunları olan gençlerin popüler intiharları taklit etme eğilimi olarak tanımlanan Werther Sendromu kavramı literatüre girer.

Kabul edelim, yaratımla intihar olgusu arasındaki koşutluk tuhaf bir ironi barındırıyor. Bir taraftan kahramanlar, olaylar, kavramlar, kelimeler doğuran yazarlar; diğer yandan kendi hayatlarına son verebiliyorlar. Doğum ile ölüm arasındaki mesafe sanılandan çok daha kısa. Virginia Woolf, Sylvia Plath, Nilgün Marmara, Ernest Hemingway, Anne Sexton, Paul Celan, Cesare Pavese, Stefan Zweig, Yukio Mishima, David Foster Wallace, hepsi de farklı nedenlerden hayatlarına son vermiştir.

Edebiyat tarihinin bir diğer trajik intiharı, 20. yüzyılın en önemli Alman edebiyat eleştirmeni ve filozoflarından olan Walter Benjamin’inkidir. Onun intiharındaki trajedi, bunun tüm hayatına yayılmış çıkışsız bir varoluşsal kriz ya da geçici bir buhran sonucu olmamasından, doğrudan nasıl öleceğine kendinin karar vermesinden, bir anlamda insanca ölebilmek için hayatına son vermesinden kaynaklanmaktadır.

Aslında intihar olgusuyla Benjamin çok erken tanışıyor. 1914 yılında en yakın dostlarından şair Fritz Heinle ve sevgilisi Rika Selighsohn savaşı protesto etmek için doğal gaz vanasını açık bırakarak intihar ediyorlar. Bu ölüm Benjamin’i tüm hayatı boyunca uğursuz bir gölge gibi takip edip, bir insanın hangi koşullarda hayatına son verebileceği üstüne uzun uzun düşündürecek. Benjamin ve arkadaşları, kendilerini “Özgür Öğrenciler” olarak tanımladıkları, bireyi otoritenin önüne koyan, kurumların ve geleneklerin karşısına tinsel kurtuluş fikriyle çıkan bir öğrenci grubunun içinde beraber yer almışlar. Ancak birlikte ölüme giden bu genç sevgilileri aynı mezara koydurmayı başaramıyorlar. Yaşarken aşmaya çalıştıkları sınırları, ölünce bile aşamayacaklarını Benjamin muhtemelen ilk o zaman anlıyor.

Walter Benjamin üstüne yazmak muhtemelen en meşakkatli yazı konularından biri. Zira o kadar zor ki onu bir çerçeve içine alabilmek. Bir düşünür, filozof, edebiyat eleştirmeni, çevirmen, denemeci, yazar; hem bunların tek tek hepsi hem belki daha fazlası. Marksizm hakkındaki görüşleri ortodoksinin çok uzağında, teoloji ve mistisizmle ilişkisi uhreviyatla zerre alakalı değil, bazen hiç roman yazmamış bir roman yazarı, bazen kötümser bir ütopist var karşımızda.

Kendisini muhtemelen bir sosyolog olarak görmezdi. Ancak onun edebiyat, felsefe, estetik ve tarih üstüne yazdığı fragmatik ve çapraşık metinler toplumsal olgularla sıkı bir etkileşim içinde. Bu durum onun Frankfurt Okulu’nun bir üyesi olmasını da açıklamakta. Zira onun olgulara olan yaklaşımı Enstitü’nün diğer üyelerinden oldukça farklı, ancak eleştirel kurama sunduğu kilit katkılar ise büyük oranda bu farklılıktan kaynaklanmakta.

I. Dünya Savaşı ertesi Alman entelektüelleri için kurtuluş, ağırlıklı olarak işçi hareketi ve komünizmdeydi. Aydınlar için Almanya’nın bir açığı kapatırcasına hızla sanayileşmesi, Alman kültürünü, zihinsel faaliyeti, estetik değerleri, dolayısıyla kendi varlıklarını tehdit eden bir olguydu. Aydınlar için makineleşme ve sanayileşme karşısında kültürü, burjuva değerlerine karşı Alman ruhunu savunmak bir anlamda kendi varlıklarını savunmaktı. Bu durum birçok Alman aydınının savaş koşullarında milliyetçilikte karar kılmasının ana nedenlerindendi aslında. Elbette Lukacs ve Bloch gibi savaşa karşı çıkan aydınlar da vardı. Benjamin onlardan etkilenecekti. Onlar için kurtuluş büyük Alman ruhu değil, sınıf bilincinin içselleştirilmesindeydi ve bu seçim düpedüz ahlaki saiklere dayanmaktaydı.

Benjamin Alman Komünist Partisi’ne girmeyi düşünmüştür, ama hiçbir zaman bunu yapmamış, politikayla ilişkisi hep mesafeli ve netameli olmuştur. Ahlakla politika arasında bir türlü uzlaştıramadığı bir çatışma vardır ve bu çatışma esasen onu döneminde biricik kılan unsurların başında gelmektedir.

Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk adlı o dokunaklı otobiyografisinde, varlıklı babasının koruması altında,........

© Daktilo1984