İnsanlığın Korkuyla Olan Kadim Oyunu
Korku, sadece insanın en kadim ve en derin duygularından biri değil, bunun yanında içgüdüsel bir alarm sistemi ve varoluşun biyolojik bir izidir. İlk insan, karanlığın ardında bir yırtıcı hayvanın nefesini duyduğunda hissettiği o keskin ürperti sayesinde hayatta kalmıştır. Evrimsel açıdan korku, bir zayıflık değil, çok güçlü bir stratejidir. Çünkü korku, türümüzün milyonlarca yıl süren hayatta kalma mücadelesinde, tehlikeyi sezme ve ondan kaçma yeteneğini biçimlendiren bir içgüdü olarak şekillenmiştir.
Beyinde amigdala tarafından yönetilen bu ilkel mekanizma, sadece geçmişteki avcı-toplayıcı insanın değil, modern insanın da yaşamında belirleyici bir güç olmaya devam ediyor hâlâ. Günümüzde vahşi hayvanlardan değil, belirsizlikten, başarısızlıktan ya da toplumsal dışlanmadan korkuyoruz en çok, fakat bu duygunun işlevi pek değişmiyor. Yine bir anlamda hayatta kalabilmek için korkuyoruz. Bu duygu, bizi düşünmeye, önlem almaya, bazen de yaratıcı olmaya zorluyor.
Yani korku, evrimin bize bıraktığı bir miras, hem bedenimizi hem de aklımızı keskin tutan bir uyarı sesi. Korkmasaydık, dikkat de etmezdik. Sınırlar ve tanımlar bu duyguyla hayatımıza giriyor. Bu yüzden insanın bu ürpertiden kurtulması değil, onunla yaşamayı öğrenmesi gerekiyor. Çünkü korku, kabul edelim, insanın düşmanı değil, evrimin sessiz müttefiki.
İçimizdeki ürperti, sadece hayatta kalma içgüdüsünün bir kalıntısı değil, insanın bilinçaltıyla kurduğu karmaşık bir oyun aynı zamanda. Gerçekte kaçınmaya çalıştığımız bu duygu, kurgu dünyasında ise bizi kendine çekiyor her zaman. Zira kurgu, güvenli bir mesafeden tehlikeyle yüzleşme imkânı sunuyor. Bir film sahnesinde karanlık bir koridorda yankılanan ayak seslerini izlerken, beynimiz tıpkı ilkel atalarımızın tehlike anında verdiği tepkileri taklit ediyor. Kalp hızlanıyor, nefes alıp verme süresi kısalıp kaslar geriliyor… Ancak bu kez ortada büyük bir fark var, hayati bir fark belki de: Bu sefer ortada gerçek bir tehlike yok. Evrimin bize bıraktığı savunma mekanizmalarını, artık estetik bir deneyim olarak yaşıyoruz.
Bu paradoksal zevkin temelinde, psikolojinin “güvenli korku” dediği olgu yatıyor. Kurgusal korku, tehdit altında olmadığımız hâlde vücudun tehlike sinyallerini hissetmesini sağlar. Böylece hem korkunun enerjisini hem de güvenliğin rahatlığını aynı anda deneyimleriz. Beyin dopamin salgılar, adrenalinin yarattığı uyarılma hissi bir çeşit hazza dönüşür. Bu da, evrimsel olarak kaçmamız gereken duygunun, modern insan için kontrollü bir heyecan kaynağına dönüşmesine yol açar.
Bunun yanında korku hikâyeleri, yalnızca dehşet değil, bir çeşit anlam arayışıdır belki de. Korku edebiyatı ve sineması, insana dair olanı karanlığın içinde arar. Suçluluk, bastırılmış arzular, ölüm korkusu, şiddetin tuhaf hazzı, bilinmeyenin çekiciliği… Stephen King’in Hayvan Mezarlığı veya Jordan Peele’in Get Out’u gibi eserler, aslında toplumsal korkularımızın aynasıdır. Onları okur ya da izlerken hem irkilir hem de bunun nedenleri üstüne sorular sorarız.
Sonuçta, kurgu eserlerde korkuyu sevmemizin nedeni cesur olmamız değil, insan olmamızdır. Zira bu tuhaf duygu, bize hem kırılganlığımızı hem de dayanıklılığımızı hatırlatır. Karanlık bir sinema salonunda ya da bir sonraki sayfaya geçmekten korktuğumuz bir........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
John Nosta
Daniel Orenstein