Ekonomi gündemi makro verilerden ibaret: döviz kuru, faiz oranı, cari açık, bütçe dengesi, CDS primi. Halbuki beş büyük tuzakla karşı karşıyayız: demografi, orta gelir (vasatistan), bölgesel kalkınma, küresel gelişmeler ve sıkışmışlık. Bunları aşmadan kalkınmamız da kalıcı refah yaratmamız da mümkün değil. Beş ana misyon çerçevesinde bir hamleye girişmeliyiz: iç ve dış entegrasyon, kalkınma seferberliği, teknolojik atılım, çağa uygun kamu mimarisi ve yeni siyaset.
Birinci Tuzak: Demografi
Türkiye’nin avantajlarını anlatırken yıllarca kullandığımız bir ifade vardı: genç nüfus. Bu artık pek doğru değil. Ortanca yaşımız 34 (yani nüfusumuzun yarısı bu yaşın üzerinde, yarısı bu yaşın altında). Avrupa Birliği’nden daha genç (44.5 yaş), dünya ortalamasından (31 yaş) biraz daha yaşlıyız.
Kötü haber: Ekonomi için müthiş bir rüzgar olan demografik fırsat penceresi kapandı. Zira, çalışma çağındaki nüfusun (15-64 yaş) payı düşmeye başlıyor. 2009’dan 2019’a kadar bu grup 9 milyon kişi artarken 65 yaş ve üstü nüfus sadece 2 milyon artmıştı! Bu piyangoyu kalıcı refah yaratmak için çok daha iyi değerlendirebilirdik. Kaçırdık. Daha şimdiden 16 milyon emekliye karşılık sadece 23 milyon kayıtlı çalışanımız var.
Üstelik bu eğilim artarak sürecek. Zira doğurganlık azalıyor. TÜİK’e göre 2013’te 2.17 olan doğurganlık hızı (kadın başına çocuk sayısı) 2023’te 1.51’e düştü (dünya ortalaması 2.31). Yani nüfusumuz artık kendini yenileyemiyor (eşik değer 2.05). Bununla paralel olarak yaşlı nüfusumuz artıyor. On vatandaşımızdan biri 65 yaş ve üstünde (son beş yılda 1.5 milyonluk artış). 2040’ta bu oran altı vatandaşımızdan biri olacak. Bebek bezinden fazla yaşlı bezinin satıldığı Japonya kadar olmasa da bugünden farklı bir halde olacağız.
Tüm bunlara ilaven, düzensiz göç ve vatandaşlık satışı ile ciddi bir demografik değişim yaşıyoruz. Göç İdaresi Başkanlığı’na göre Türkiye, geçici koruma statüsündeki 3 milyon 100 bin Suriyeli ve farklı uyruklardan 220 bin uluslararası koruma altındaki kişiyle, dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan ülke. Kayıtlı olmayan kişi sayısı konusunda ise çok çeşitli tahminler var. Emlak satışı karşılığı verilen vatandaşlıklar da cabası (bu alanda Rusya, İran ve Irak başı çekiyor).
İkinci Tuzak: Orta Gelir
Türkiye’nin yıllardır konuştuğu ama aşmak için pek bir şey yapmadığı konulardan biri, orta gelir tuzağı. Kim bilir, belki de “Vasatistan” olmanın konforu, buradan çıkış için katlanmamız gereken maliyete galip geliyor. Bu tatlı rehavetin, donmak üzere olan kişilerin üzerine çöken bir ölüm uykusundan farksız olduğunu söyleyeyim.
Ülkelerin orta gelirden üst gelire çıkmakta zorlanmalarına ya da Dünya Bankası’na göre kişi başına düşen milli gelirin 4,256-13,205 dolar arasında kalmasına “orta gelir tuzağı” deniyor. Türkiye de burada takılmış durumda. Dünya Bankası’na göre 1990’dan bu yana sadece 34 ülke orta gelir tuzağını aşmayı ve lig atlamayı başarmış. Gelişmekte olan 108 ülkedeki ilerleme bu tuzağa takılmış. Biz de bunlardan biriyiz. Nitekim kişi başına milli gelirimiz yaklaşık 10 yıl önceki seviyede.
Zaten ülkemizin dünya ekonomik büyüklük sıralaması da yıllardır pek değişmiyor – ben doğduğumdan beri 17.’lik ile 20.’lik arasında gidip geliyoruz. Nüfusta dünyada 18. sırada olduğumuz düşünülünce tam manasıyla vasat bir performansımız var. Kişi başına düşen milli gelirimiz dünya ortalamasıyla yaklaşık aynı. Kişi başı milli gelirde dünya sıralamamız ise 72.’lik. Meşhur “ilk 20” büyüklük sıramız –refah sıramız 72.’lik.
Halbuki bu bir kader değildi. 1980’lerin başında aynı seviyede olduğumuz Güney Kore’nin kişi başına düşen milli geliri 33 bin dolar, 2010’larin başında benzer şekilde değerlendirildiğimiz Polonya’nınki 18 bin dolar. İhracat ve teknoloji odaklı sanayileşme hamlesinin (Güney Kore) ve Avrupa Birliği çıpasının (Polonya) somut örnekleri.
Bu konuya dört açıdan biraz daha yakından bakalım.
Ölçek. Ülkemizin toplam ihracatı, Toyota’nın bir yılık cirosu kadar. Polonya ve Vietnam bir buçuk, Meksika iki katımızdan fazla ihracat yapıyor. 2023 ihracatımız, 2023 hedeflerinin yarısı kadar. 110 bin ihracatçımız var, ama ihracatımızın neredeyse üçte ikisini sadece bin firma yapıyor. Yanlış duymadınız: Bin firma, 109 bin firmanın iki katı kadar ihracat yapıyor. Her ay ihracat kaydı olan şirket sayısı ise 30 bin civarında.
Verimlilik. Kalıcı refahı sağlayan toplam faktör verimliliği, BETAM’a göre 1980-2018 arasında yılda sadece yüzde 1 büyüdü (büyümenin geri kalanı ilave işgücü gibi kaynaklardan sağlandı). En hızlı verimlilik artışları 1980-1989 (yılda yüzde 2.2) ve 2003-2013 (yılda yüzde 1.2) dönemlerinde. Kalan yirmi senedeki oran ise binde 4! 2018 sonrası ciddi bir verimlilik artışı olup olmadığını değerlendirmenize bırakıyorum.
Katma değer. Bunun bir kısa yol ölçütü olan kilogram başı ihracat değerimiz 1.4 dolar. Almanya’nın 4 dolar, Güney Kore 3 dolar, Polonya’nın neredeyse 2.5 dolar seviyesinde olduğunu düşününce fark ortaya çıkıyor. Katma değerin iki ana bileşeni olarak marka ve araştırma-geliştirme (Ar-Ge) faaliyetlerini düşünebiliriz. Türkiye, milli gelirinin yüzde 1.3’ünü Ar-Ge’ye ayırırken, OECD ortalaması %2.7. İstanbul Sanayi Odası’nın Türkiye’nin En Büyük 500 Sanayi Şirketi (İSO 500) listesindeki firmaların sadece 265’i Ar-Ge yatırımı yapıyor. Ciddi teşviklerle (vergi ödeyenlerin desteğiyle) yapılan bu yatırımların etkinliği konusu ayrı bir tartışma.
Teknoloji yoğunluğu. Yüksek teknolojili ürünlerin ihracatımızdaki payı yirmi yıldır yüzde 3 mertebesinde çakılı. Eskiden bizimle aynı seviyede olan Polonya ise bu oranı yüzde 20’ye çıkardı. Üstelik, imalat sanayi istihdamımızın yarısını “düşük teknoloji” şirketleri sağlıyor (orta-yüksek: yüzde 20, yüksek: yüzde 3). Bu açıdan, yaratıcı yıkım, zombi şirket gibi tabirleri bol keseden kullanmanın kolay, istihdamı çökertmeden verimliliği ve teknoloji yoğunluğunu artırmanın ise zor olduğunu belirteyim.
Üçüncü Tuzak: Bölgesel Kalkınma
Bir yerde istihdam, kişi başına gelir ve verimlilikte artış hızı giderek yavaşlıyorsa, oranın kalkınma tuzağına düştüğü değerlendiriliyor. TEPAV’a göre Ankara, Antalya, Balıkesir, Bursa, Samsun, Şanlıurfa ve Trabzon kalkınma tuzağında. Aydın, Erzurum, İstanbul, Kastamonu, Kayseri, Malatya ve Van ise yüksek risk taşıyor. Bunun ötesinde, ülkemizde çok ciddi bir bölgesel dengesizlik var. Beş açıdan yakından bakalım.
Nüfusumuzun üçte biri dört büyük ilimizde yaşıyor – İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa. En kalabalık on il, nüfusumuzun yarısından çoğuna sahip. Terazinin bir kefesinde on il, diğerinde kalan 71 il.
Milli gelirimizin üçte biri, tek başına İstanbul’da. Yarısı, en büyük dört ilde. Üçte ikisi en büyük on ilde. Yani ülkemizin ekonomisi üç birimse; bir birimi İstanbul’da, bir birimi sonraki dokuz ilde, bir birimi de kalan 71 ilde! Allah korusun, İstanbul ve çevresinde yaşanacak bir afetin nelere mal olacağını düşünebiliyor musunuz?
Kişi başı milli gelirde müthiş farklılar meydana geliyor. Makul bir dağılım olsa, illerimizin yarıya yakınının ortalamanın üstünde, yarıya yakınının da ortalamanın altında olmasını bekleriz. Ama bizdeki durum bambaşka: Ülkemizde sadece 13 il Türkiye ortalamasının üzerinde kişi........