Taksim Meydanı’nı 10 bin, 10 beş bin kişi doldurmuşuz. Gözlerimiz onda. Yüreğimiz onda. Sesi hepimizin içine, ta en derinine ulaşıyor; o sese katılmamak olanaksız. İnanıyoruz: Hava kurşun gibi ağır olsa da kurşun eriteceğiz. İnanıyoruz, yanmak zorunda kalsak da karanlığa geçit vermeyeceğiz. İnanıyoruz, ülkemdeki karanlığı da biz, evet biz, aydınlığa dönüştüreceğiz.
Taksim Meydanı’nın orta yerinde, kurşun eritmeye koşanların arasında o, minicik bir platformun üzerinde tek başınaydı. Tek başına ama bir o kadar da çoktu. Bizi de çoğaltıyordu. Uzaktan onu bir nokta gibi görüyordum. Okyanusta bir damla... Ama öyle bir damla ki hepimizde fırtınalar yaratıyordu. Sesinin bir yükselişi, içimizdeki volkanları harekete geçiriyordu. Fısıltıları, gelecek güzel günlere dönüşüyordu.
O, Genco Erkal’dı. Gelecek güzel günlere inancımızdan kuşku duymadığımızda ise 70’li yıllardaydık.
O, en önce tiyatrocu! Tiyatro onun yaşam biçimi. Tiyatro onun var olma nedeni. Haksızlık etmeyeyim bir de kızı Ayşe, bir de torunları... Tiyatro, onun can damarı, canı, kanı, tüm benliği, kimliği, kişiliği. Tiyatro onun yaşam sevinci, üzüntüsü, acısı, umudu, meselesi, derdi. Tiyatro onun çokluğu, onun yalnızlığı.
Ama nasıl bir tiyatro? Nitelikten, etik ve estetik değerlerden ödün vermeyen bir tiyatro. Aydın sorumluluğunun bilincinde bir tiyatro... Toplumu ve insanı daha iyiye, daha güzele, daha doğruya götürecek bir tiyatro... Eşitliğin ve özgürlüğün egemen olduğu; demokrasinin, insan haklarının, emeğin ve insan onurunun yüceliğini savunan tiyatro... Sömürüye, her tür baskıya, şiddete, savaşlara, çıkarcılığa, yalana, talana karşı çıkan bir tiyatro. Haksızlıklara başkaldıran bir tiyatro... Eleştiren, tepki gösteren, direnci artıran, “yalnız değilsin”i paylaşan, umudu yeşerten, öneri getiren bir tiyatro... Daha güzel bir dünya özlemiyle yanıp tutuşan bir tiyatro...........