Geçen gün sosyal medyada rastladığım bir paylaşım belleğimde yinelendi durdu: “Bir çocuğun taşıdığı en büyük yük, ebeveynlerinin yaşanmamış hayatlarıdır.” Paylaşım, aslında Carl Gustav Jung’un “Ailenin en büyük trajedisi, ana babanın yaşanmamış hayatlarıdır” sözünün başka türlü dile getiriliş biçimi idi. Doğrudan bir çağrışımla babamın yaşayamadığı hayatını düşündüm. 44 yıllık bir yük. Üstelik normalde acıların zaman geçtikçe sönümleneceği beklentisine karşıt olarak gittikçe büyüyen bir yük. Yalnızca ailesi olarak bizlerin değil, bir toplumun omuzlarında. Öyle ki tarihe de ağırlığını bırakmış durumda. Bizler hep birlikte böyle bir yükü sırtlanarak yaşamımızı sürdürmeye çalışıyoruz.
1995 yılında bir araçla kaçırılarak “kaybedilen” Fehmi Tosun’un kızı Besna Tosun, 2016 yılında 8 yaşındaki oğlu ile Cumartesi Annelerinin Galatasaray Meydanı’ndaki buluşmalarına gittiklerinde, oğlunun, dedesinin kaybı için “İnsanlar el ele tutuşsalar aslında kaybolmazlar” dediğini söylüyor bir söyleşide. İnsanın içine işleyen bu cümle, bir çocuğun yaşamın kirletemediği düşünün dışavurumu. O yaşta, dönüşü olmayan bir gidişi anlamlandırmanın zorluğu tanıdık benim için.
El ele tutuşmak belki gidenlerimizi koruyamadı veya zaten onları bize geri getiremezdi ama acılarda olduğu kadar umudumuzda da el ele tutuştuğumuz, bu yükü el ele tutuşarak biraz olsun hafiflettiğimiz “kocaman bir ailemiz” var diye avunuyorum. Bazen o el, bu yıl Yiğit Bener ve Selahattin Demirtaş’ın “Arafta Düet” kitabında olduğu gibi, yazılan bir metinden uzanıyor. Karşılıklı sözler Yiğit Bener’le bizi yıllar öncesinde başka bir şekilde uzanan aynı ele götürüyor. Kardeşini yanı başında yitiren amcamın anlatımından babamın ölümünü, Brüksel’de Fransızcaya çevirirken daktilonun tuşlarına basan Yiğit Bener’in........