Belleğin çağrısı

Bellek zamanı her insanın düşselliğinin de sırlı dokusunu oluşturur.

Luis Buñuel, anılarını yazmaya karar verdiğinde, annesinin belleğini giderek yitirmesinin etkisinden söz eder.

O başlama noktası çarpıcıdır. Sıklıkla söylediklerini hatırlarım, hatırlatırım da eşime dostuma:

“Tüm yaşamımızı şekillendirenin bu bellek olduğunu fark edebilmemiz için, çok az da olsa belliğimizi yitirmeye başlamış olmamız gerekir. Kendini ortaya koyamayan bir akıl nasıl tam anlamıyla akıl sayılmazsa, belleksiz bir yaşam da yaşam sayılmaz. Belleğimiz bizim uyumumuz, varlık nedenimiz, davranışlarımız ve duygularımızdır. Biz onsuz hiçiz...” (*)

Isabel Allende, Yüreğimdeki Ülkem (**) anlatısını yazarken baskın gelen duygunun hasret olduğunu imler. Sıklıkla da uzak geçmişe döner, bir bakıma bellek yolculuğuna çıkar. Yazdıkları unutmamak için yazılanlardır.

Yazmak, ona göre “insanın içinde bulunduğu durumu ve yaşamın karmaşasını anlama, normal insanları tedirgin etmeyen, aykırı insanları huzursuz eden müzmin kaygıları açıklığa kavuşturma çabası”dır.

Yazar, hele kendini yazmaya soyunmuşsa; bir bakıma çıktığı bellek yolculuğunda tüm yolların kendisine nasıl çıkabildiğini de görüp anlamak/anlatmak zorundadır. Andığım kitabında bunu gerçekleştiriyordu Allende. Sürgündeki varoluşunu, yurduna özlemini dile getiriyordu. Her yerden uzakta bir ülkenin buruk öyküsüydü anlatılan. Bir o kadar da etkili, okurken kendi ülkenizi de yüreğinizde duyumsayabileceğiniz bir duyarlılıkta yazılmış öyküydü...

Allende’nin pandemi döneminde kaleme aldığı Ruhumun Kadınları (***) anlatısını okurken bir yazarın kendine/yaşadığı dünyaya/ülkesinin gerçekliğine dönüşü birkaç açıdan ilgimi çekti.

Isabel........

© Cumhuriyet