Benim oturduğum koltuğun tam önündeki koltukta oturduğu için haliyle görüş açımdaydı. Uzun saçları, turuncu güneş gözlükleri ve alışılmışın dışında bir tarzı vardı.
Kim olduğunu ve de hangi basın kuruluşu için orada olduğunu henüz bilmiyordum. Otele gittiğimizde, yemek için tüm grup yeniden bir araya geldiğimizde hemen sağımdaki sandalyede oturduğunu görünce Berk'le o gün orada tanışmamızın kaçınılmaz olduğunu anladım.
Sohbetimiz esnasında bir sanat dergisinin fotoğraf editörlüğünü yaptığını ve festivale de o dergi adına katıldığını öğrendim. Yani asıl işi gazetecilik değil fotoğraftı. Sanattı. Görseldi. Hayata ve insanlara objektifi aracılığıyla yeni bir bakış açısı kazandırıp, yepyeni bir hayat vermekti yaptığı.
İnsanları ama daha çok da sanatçıları, hayatı sıradışı yanlarından görmeyi seven çılgın ruhları, farklı hal ve açılarda fotoğraflamayı seviyordu. Mimar Sinan'da sanat tarihi eğitimi almış, okumayı yazmayı seven, tasarıma, sanata, edebiyata hayran, nadir rastlanan olgun bir genç kuşaktı.
Belki bu nedenle festival için Adana Sheraton'da kaldığımız o 2 gün boyunca farklı bir dialog kurduk Berk'le. Film gösteriminin yapılacağı sinema salonundaki koltuklarda yapılan sohbetler, kahvaltı masasında anlatılan çocukluk hikayeleri Berk'in uzun yıllardır yaşamına tanık olduğum aileden biri gibi hissetmemi sağladı.
O festival sonrasında İstanbul'da çeşitli sanat etkinlikleri, davetler ve de açılışlarda yanyana geldikçe, devam etti sohbetlerimiz. Sanırım onun fotoğraf yolculuğuna dair heyecanını bu sayede yakından takip edebildim.
Son buluştuğumuzda, Ocak ayında İstanbul'da açılmış olan, Nazlı Pektaş’ın küratörlüğünü üstlenmiş olduğu ilk kişisel sergisinin üzerinden bir kaç ay geçmişti. Açılış öncesinde nasıl bir duygu durumunun içerisinde olduğunu bildiğim için, sonrasında bu sürecin onda bıraktığı duygu ve düşüncenin ne olduğunu öğrenmek istedim.
Üzerinden bir kaç ay geçmiş olsa da "sence ilk kişisel sergin nasıldı?" diye sordum ona.. Berk, bu........