25 Kasım ve Kadınlar: Bir Başkasının Arazisinde İzinsiz |
İnsan Hakları Akademisi için kadın haklarını anlatmam gerektiğinde, kendimi bitip tükenmeyen bir dalgalar anlatısının içinde buldum. Kadın haklarının arasına bu farklı kuvve ve cezbelerdeki dalgaları sokan şey, 1968’de Martha Weinman Lears’ın New York Times’a yazdığı ve kadınların oy hakkı mücadelelerinden sosyal, kültürel ve ekonomik eşitlik mücadelelerine geçişi anlatan İkinci Feminist Dalga yazısıydı.[1] Lears’ın anlatısında, kadın hakları öyle parçalara ayrılarak anlatılmıyordu ama kategorik dalgalar metaforu nedense çok sevildi. Halbuki birbirinden pek de ayrılamaz şeyleri ayrı şeylermiş gibi kategorilere ayırmak, her zaman anlamayı sağlamıyordu. Üstelik verili olarak kabul edilegeldiği için bizi kolayca ele geçiren kavramlar, bazen bu yüzden işlemez kategoriler de oluşturuyorlardı. Dalgalar metaforunun bu denli sahiplenilmesiyle dalgaların arasında sürüp giden akıntıların bu kadar kolay araya kaynaması arasında da muhakkak bir bağlantı vardı tabii. Aksu Bora’nın bu “hidrolik metafora” dair söylediği şey, galiba o akıntılara ne olduğunu da gösteriyor:
“Feminizmin dalgalar hal inde ilerlediği anlatısının bir tür "müfredat"a dönüşmesi, her bir dalganın belirli kavramlarla eşleştirilerek feminist tarihin fazlasıyla tek boyutlu, yüzeysel ve eksik algılanmasına sebep oldu. ilk dalga eşitlik, ikinci dalga erkeklerden farklılık, üçüncü dalga kadınların birbirinden farklılığı… Böyle bir tek boyutlulaştırma, sadece tarihin değil, feminist kuramın kavranmasında da olumsuz etkiler yarattı.”[2]
Sufrajetlerin, kadınların oy hakkı mücadelesini verirken bunu bir dalga gibi düşündüklerinden pek emin değilim, bir dalga gibi gelip geçen, kadınların birbirinden farklılığını hesaba katmayan bir mücadele yürütmüyorlardı galiba. 1791’de Olympe de Gouges de ‘Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ bildirgesine karşı ‘Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni yazdığında toplumsal ayrımlardan bahsediyordu ne de olsa! Galiba kadınların bu mücadelesini en iyi anlatan metafor, Virgina Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’da söylediği şey: “Aklıma esip de böyle başkasının arazisine izinsiz girmeye neden cüret ettiğimi şimdi hatırlamıyorum.”[3]
Kadınların siyasal haklarla başlayıp cinsel ayrımcılık, çocuk hakları, bakım emeğiyle devam ettirdikleri bu tarihsel mücadele, bana hep birilerinin arazisine izinsiz girmeyi hatırlatıyor. Galiba takvim tutmazlığını da, kız neşesi diye dile gelen dayanışma ağlarını da, başkalarının arazisine izinsiz girebilmeye cüret edebilmesinden alıyor!
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü’nün bana düşündürdüğü şey, kadınların bu izinsiz girdiği arazide kat ettiği yollar oldu. Şiddetin tanımını değiştiren, onun sadece fiziksel olarak kanıtlanabilir yaralar olmadığını hem dünyaya hem de hukuka anlatan şey olarak kat edilmiş o yol. Sara Ahmed’in Feminist Bir Yaşam Sürmek’te anlattığı bir şey var, orada normun içinde yaşanılabilir bir şey olduğunu söylüyor Ahmed. Yani normların, kurumlar tarafından üretildiği kadar gündelik durumlarda da iş başında olduğundan bahsediyor. Hukuk gibi katı bir disiplinin arazisine izinsiz girip onu içerden kat etmeye çalışmanın kendisi, kadınların mücadele yapılarının, dayanışma ağlarının, inatlarının ve inançlarının bir sonucu bu doğru. Kadına yönelik şiddet denildiğinde anlaşılan o dar çemberi kırmak yani bir kadın öldüresiye dövülmemişse orada şiddet görmemekle mücadele etmek kolay iş değil. Kadına yönelik şiddete ısrarla “kadının kadın olduğu için uğradığı özgü bir şiddet biçimi” demenin bir biçimi bu. El Salvador’da kürtaj olduğu için cinayete teşebbüs suçlamasıyla yargılanan 20 yaşındaki