Yaşlı hakları konusunda bağlayıcı bir uluslararası sözleşme şart

Dünya nüfusu hızla yaşlanırken, paralel olarak “yaşçılık” (ageism) ve yaşa dayalı ayrımcılık kaygı verici oranda artıyor. Özellikle 2020–2022 yıllarında yaşanan COVID-19 pandemisi, yaşlı nüfusa yönelik tabuların, önyargıların ve hak ihlallerinin çarpıcı bir şekilde ortaya çıktığı bir dönem oldu.

Çeşitli kaynaklara göre, 1950’li yıllarda 65 yaş üstü grup dünya nüfusunun yüzde 5-6’sı civarındaydı.

2020’de yüzde 9.3 olan bu oran 2021’de yüzde 10’a yükseldi. BM Nüfus Bölümü ve diğer demografik kaynaklara göre, küresel nüfus içinde 65 yaş ve üzeri kişilerin oranı 2025 itibarıyla yaklaşık yüzde 10–10,3 civarında.

Uluslararası projeksiyonlara göre dünya yaşlı nüfusunun 2050 yılında 1.6 miyara ulaşması bekleniyor.

Sayısal ve demografik olarak hızla artacağı görülen bu verilere göre, 25 yıl sonra her 6 kişiden birinin 65 yaş ve üzeri olması öngörülüyor yani dünya nüfusunun yüzde 16’sını yaşlı nüfus oluşturacak. 65 yaş ve üzerindeki bireylerin cinsiyet dağılımında ise dikkate değer bir kadın çoğunluğu gözlemleniyor. 2021 itibarıyla küresel 65 nüfusun yaklaşık yüzde 56’sı kadın idi, 2050’ye kadar kadınların yaklaşık yüzde 60 oranı ile toplam yaşlı nüfus içinde belirgin bir çoğunluğu oluşturacağı tahmin ediliyor.[1]

”Demografik olarak geçmişte “genç nüfus” sayılan ülkeler arasında yer alan Türkiye’de ise son yıllarda yaşlı nüfus oranında dikkat çeken bir artış yaşanıyor. TUİK verilerine göre yaşlı nüfus olarak kabul edilen 65 ve daha yukarı yaştaki nüfus, 2019 yılında 7 milyon 550 bin 727 kişi iken son beş yılda ,7 artarak 2024 yılında 9 milyon 112 bin 298 kişi oldu. Yaşlı nüfusun toplam nüfus içindeki oranı ise 2019 yılında %9,1 iken, 2024 yılında ,6’ya yükseldi. Yaşlı nüfusun 2024 yılında D,6’sını erkek nüfus, U,4’ünü kadın nüfus oluşturdu.”[2]

Bu eğilim, nüfusun yalnızca sayısal değişimi değil; aynı zamanda ekonomik, sosyal ve sağlık boyutuyla da yaşlanma sürecine girildiğinin bir göstergesi.

Yaşlıların içsel olarak yaşadıkları deneyimler yalnızlık, istihdamdan çekilme, değişen bakım ihtiyaçları ve toplumsal değer algılarındaki dönüşüm hem bireysel hem toplumsal düzeyde yeni sorunlar, sorumluluklar ve çözüm arayışlarını da beraberinde getiriyor. Ancak yaşlılar halen hak sahibi bireyler olarak değil, yaşları nedeniyle yardımın nesneleri olarak görülüyor.

Bu doğrultuda, yaşlılık kavramını yalnızca bir biyolojik süreç olarak değil, toplumsal katılım, değer üretimi ve hak temelli bir perspektiften de ele alarak yaşlıların konumunu, karşılaştıkları zorlukları ve bu alandaki politika ihtiyaçlarını kesişimsel olarak değerlendirmek gerekiyor.

Yaşlılık politikaları ve yaşlı nüfus üzerine tartışmalar genellikle biyolojik yaşa odaklanır, bu yaklaşım, yaşlılığı homojen ve cinsiyetten bağımsız bir kategori gibi görmek anlamına gelir. Ancak, yaşlı nüfus homojen bir kategori değildir: bireylerin sağlık durumu, sosyo-ekonomik geçmişi, toplumsal rolleri ve yaşam koşulları gibi çok sayıda değişken yaşlanma deneyimini ve ihtiyaçlarını kökten farklılaştırır.

Yaşlılık aynı zamanda toplumsal cinsiyet açısından da kesişen bir eşitsizlik eksenidir. Kadın ve erkek yaşlıların karşılaştığı zorluklar ve ihtiyaçlar önemli ölçüde farklılık gösterir.

Bu yüzden politika oluştururken toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve yaş̧ ayrımcılığı gibi dinamiklerin ”kesişimsel” bir yaklaşım ile ele alınması gerekir.

Ne yazık ki yaş, cinsiyet, ırk, etnik köken, dil ya da din gibi bir ayrımcılık kategorisi olarak tanınmadığı gibi bunlarla olan kesişimsel bağı da göz ardı edilmektedir.

Yaşçılık, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yaygın. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2021 raporuna göre, dünyada her iki kişiden biri yaş ayrımcı tutumlar sergilemekte. İş yaşamından sağlığa, dijital okuryazarlıktan günlük iletişime kadar pek çok alanda kendini gösteren bu ayrımcılık, yaşlıların yaşam kalitesini ve toplumsal yaşama katılımını zayıflatıyor. Yaşçılık, “yaş”ın toplumsal ayrımlar yaratmak için kullanılmasıyla ortaya çıkar; sadece yaşlıları değil her yaş grubunu etkiler, eşitsizlik, adaletsizlik, şiddet, ihmal ve istismara yol açar. Dahası kuşaklar arasında dayanışmayı zayıflatabilir ve toplumlara maliyeti ağır olur.

Özellikle kadınlar, yaşam boyu süregelen sistematik toplumsal cinsiyet ayrımcılığı, yoksulluk, düşük gelir, kayıt-dışı çalışma, mülkiyete erişim zorluğu, bakım yükü, gibi yapısal eşitsizlikler nedeniyle yaşlılık döneminde ”birikimli eşitsizlik ve ayrımcılıkla” karşı karşıya kalır.

Yaşlılar, fiziksel, cinsel, psikolojik veya finansal şiddet ve istismara daha açık durumdadır ve sonuçları da daha ağır olmaktadır.

Son yıllarda ‘yaşçılığın’ en sert biçimde yöneldiği grubun 65 nüfus olduğunu gözlemliyoruz.

”Yaşlılar antika araba gibidirler, siz hiç kıymetli arabanızı güneşe çıkarır mısınız”

Bunu bir doktor, Covid 19 salgınında televizyonda, ”yaşlıları korumalıyız” sözlerine örnek olarak veriyordu. ”Korumacılık” adı altındaki bu tür söylemler yaş ayrımcılığını, yaşçılığı tetikliyordu.

Geçtiğimiz Ekim ayında Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanı Raci Kaya, kurumun mali dengesindeki bozulmayı erken emeklilik ve uzayan yaşam süresine bağladı: “Eskiden 50 yaşında ölüyorduk, bugün emekli 78 yaşına kadar maaş alıyor.”[3] Yaşçılık içeren bu yorumla ekonominin kötü gitmesinin günah keçisi ‘yaşlılar ve emekliler’ oluyordu.

Hepimizin hatırlayacağı gibi, özellikle Covid 19 salgınında 65 yaş ve üzeri bireylere ”korumacı politikalar” adı altında izolasyona dönüşen sokağa çıkma yasakları gibi çok daha katı uygulanan “tedbirler”, özgürlüklerini fazlasıyla kısıtlamaya, dışlamaya, etiketlemeye varan hak ihlalleriyle sonuçlandı.

Yaşlılar krizi görülmedik bir şiddetle yaşadı! Biraz hava alabilmek için apartmanının önündeki bankta oturan iki yaşlının üzerine camdan kova ile su atılması, sosyal medyada ”bu işi bitmiş yaşlılar başımıza bela” söylemleri hem fiziksel hem sözel şiddeti körüklüyordu. Evde bunalmış bir yaşlı kadının duvara tırmanarak sokağa çıkma videosu sosyal medyada büyük seyirci topluyor, alay ve eğlence konusu olarak kullanılıyordu. Yaşlılarla ilgili bu türden olumsuz paylaşımlar, onların hem ruhsal hem fiziksel çöküntüsüne neden oluyordu.

Hayatın doğal bir evresi olan yaşlanma, kamusal kurumlar ve toplum tarafından korumacı ve bu bağlamda dışlayıcı politikalar ile ”yaşlandırılmaya” dönüşüyordu.

Toplam nüfus içinde yaklaşık 9 milyon yaşlı yurttaş, hastalıklı ve bakıma muhtaç olmakla eş anlamlı hale getiriliyordu. Önemli bir bölümü halen aktif, çalışan ve üreten bireylerden oluşan 65 yaş grubu homojenmiş gibi ele alınıyordu. Yaşlılık sağlık riski, bakım bağımlılığı ve sosyal yük ile eşdeğer koşullarla anılmaya başlandı. Bu da yaşlıların toplumsal aidiyetini, özerkliğini ve hak temelli konumunu zayıflattı. Elbette tepki gecikmedi, ‘yaşlılara hak ihlali’ davaları açıldı, ötekileştirmeye karşı direniş yazıları birbirini takip etti. Neticede yasaklar kalktı ama bıraktığı travma ve korku geçmedi.

COVID-19 pandemisi, yalnızca bir sağlık krizi değil; aynı zamanda toplumun ‘yaşlılık’ haline dair zihinsel ve kurumsal algılarını yeniden şekillendiren bir dönüm noktası oldu. Salgının başlangıcında yaşlılar ‘risk grubu’ olarak kategorize edildi. Bu kategorileştirme kırılganlık ve koruma söylemleriyle birlikte, yaşlılık anlayışında dramatik bir dönüşüme yol açtı. Artık “dışarı çıkmama”, “izole kalma”, “korunma” tüm yaşlı kuşak için kural haline gelmiş gibi algılandı. Bu durum, yaşlı ayrımcılığını bir norm hâline getirerek, yaşlıların toplumsal görünürlüğünü ve haklarını kısıtlayan yeni bir ”hegemonik söylem” üretti.

Günümüzde politika alanları içinde bir ”yan alan” olarak görülen ve çok yönlü çözümler için yeterince kaynak ayrılmayan bu konu daha da derinleşecek gibi görünüyor.

”Yaşlıların yaşam deneyimlerini ve insan haklarını kullanma durumlarını yansıtacak verilerde ciddi bir boşluk vardır. Veri ve bilgi eksikliği, başlı başına bir dışlanma göstergesidir ve anlamlı politika üretimini ya da normatif eylemi fiilen imkânsız kılar. Kapsamlı, anlamlı ve güvenilir veriler; küresel yaşlanmayı ve yaş yapısındaki değişimin etkisini daha iyi anlamamız için kilit rol oynar. Bu veriler, yaşlıların ihtiyaçlarına ilişkin temel bilgileri sağlar ve mevcut önlemlerin etkinliğini değerlendirme koşullarını yaratır. Ayrıca, somut boşlukların tespiti, hedefe yönelik önlemlerin formüle........

© Bianet