Avrupa’nın vize ve insan hakları politikaları: Söylemde evrensellik, uygulamada ayrımcılık

Avrupa Birliği’nin (AB) hikâyesi, yıkılmış bir kıtanın küllerinden yeniden doğma çabasıyla başlar. II. Dünya Savaşı’nın ardından imzalanan anlaşmaların, sadece ekonomik birlik değil, aynı zamanda barış, insan onuru ve özgürlük üzerine kurulmuş bir ortak idealin ifadesi olduğu anlatılır. “Bir daha asla” lafı, hem savaşın hem de baskının yarattığı yıkıma karşı bir söz vermedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile de bunun en somut hali ortaya konur: Kıta, insan haklarının evrensel bir değer olduğunu tüm dünyaya gösterecektir.

Ancak tarih, ideallerin çoğu zaman sınır kapılarında tökezlediğini gösteriyor bize. Bugün Brüksel’in salonlarında hâlâ “evrensel haklar” konuşula dursun, aynı Avrupa kendi kapılarında o haklar uğruna mücadele edenleri geri çeviriyor. Yeni yayımlanan raporumuz “Closing the Door?” (Kapıyı Kapatmak) tam da bu çelişkiyi anlatıyor.

Vize kısıtlamasına tabi olan 104 ülkede yıllardır yüzlerce insan hakları savunucusunun seyahatini kolaylaştıran 42 uluslararası örgüt ve vize süreçlerini tecrübe etmiş 32 insan hakları savunucusuyla görüşülerek hazırlanan raporumuz, Avrupa’nın Schengen vize politikalarının insan hakları savunucularını, özellikle de Afrika, Asya ve Orta Doğu’dan gelenleri, nasıl fiilen dışarıda bıraktığını belgeliyor.

Kuruluş ilkelerinde “insan onuru, eşitlik ve dayanışma” vurgulanan AB, bugün bu idealleri kendi sınır politikalarının duvarları arasında hapsediyor adeta. Söylemde evrensel, uygulamada ise ayrımcı bir Avrupa bu: İnsan haklarını savunma ayrıcalığı dahi, pasaportun rengine ve doğulan coğrafyaya göre değişiyor. AB, insan haklarını dünyanın dört bir yanında savunanlarla “doğal müttefik” olduğunu iddia ediyor. Brüksel’deki söylemler, bildiriler ve fotoğraf kareleri hep aynı mesajı veriyor: “İnsan hakları evrenseldir.” Ama rapor, Avrupa’nın dünyaya insan hakları dersi vermeyi sürdürürken, bu evrenselliğin sınırlarında nasıl son bulduğunu açıkça gözler önüne seriyor.

Nijeryalı bir kadın savunucu, Paris’teki bir konferansa katılabilmek için aylarca uğraştığını anlatıyor: “Avrupalı meslektaşlarım uçağa atlayıp gelirken ben belgeler, randevular ve elçilik kuyruklarıyla uğraşıyorum. Hazırlanmak yerine bunlarla mücadele ediyorum.”

İnsan hakları savunucuları, kendileriyle ilgili hayati kararların tartışıldığı uluslararası toplantılara katılmak, BM mekanizmalarında konuşmak, geçici koruma programlarına erişmek için bu vizelere ihtiyaç duyuyor. Ama sonuç çoğu zaman aynı: Gecikme, reddedilme ya da sessiz bir kapı kapanışı.

Schengen bölgesine vizeyle girebilen 104 ülkenin vatandaşlarının büyük kısmı eski sömürgeler; çoğunluğu siyah, Asyalı ya da Müslüman topluluklardan geliyor. Bu ayrım esasen bir tesadüf değil, tarihsel bir süreklilik: Modern vize sistemi, sömürgeci hiyerarşilerin yeniden üretildiği bir mekanizma.

Raporda yer alan belki de en vurucu örnek Bangladeşli gazeteci Ananta Bijoy Das ile ilgili. Das, 2015’te İsveç PEN tarafından davet edilmişti ve öncesinde defalarca ölüm tehdidi almıştı. Stockholm’e gidişi, onun için sadece bir konuşma değil, bir kaçış şansıydı. İsveç Büyükelçiliği, “Ülkesine dönmeyebilir” gerekçesiyle vizesini reddetti. Das, 15 gün sonra sokak ortasında öldürüldü.

Bir vize damgası, bazen insan hakları savunucuları için yaşam ya da ölüm arasındaki çizgiyi bile belirleyebiliyor. Bu örnekte de gördüğümüz gibi, Avrupa’nın göçmen korkusu, bir savunucunun yaşam hakkından daha ağır basıyor.

Raporun merkezindeki soru şu: Avrupa’nın insan hakları politikaları neden evrensel görünürken, uygulamada bu kadar ayrımcı?

Schengen vizeleri görünürde “ırk körü” kurallar içeriyor. Ama sonuçlar, kimlerin kolay geçtiğini, kimlerin duvarda kaldığını açıkça gösteriyor.
Avrupa seyahati için Schengen vizesine ihtiyaç duyan ülkelerden biri olan Türkiye’de de çoğumuzun hissiyatına benzer şekilde Nepalli bir kadın savunucu, Avrupa hükümetlerinin resmi davetiyesine rağmen defalarca sorgulandığını anlatıyor: “Sanki suçluymuşum gibi davranıyorlar. Her defasında meşruiyetimi kanıtlamam gerekiyor.”

Yine aynı konferansa davet edilen üç Özbek savunucudan sadece kadın olanın vizesi reddediliyor. Aynı belgeler, aynı davet, ama farklı kimlikler.

Bu engellemeler, raporumuzda da tanımlandığı üzere “dolaylı ırk ayrımcılığı”dır. Çünkü yasalar ırktan söz etmese de sonuçlar hep aynı grupları vuruyor. Konsolosluklar “güvenlik”, “göç riski”, “belge yetersizliği” gibi gerekçelerle karar verirken, görünmez bir ön kabule dayanıyorlar: “Siyahsan, Müslümansan ve yoksulsan, Avrupa’ya misafir olarak bile gelemezsin.”

Bu, sömürgecilikten kalan bir bakışın modern bürokrasiye sızmış hali. Üstelik Avrupa ülkeleri, ayrımcılığı görünür kılacak veriyi toplamayı bile reddediyor. “Irk temelli veri toplamayarak” ayrımcılıkla mücadele ettiklerini iddia ediyorlar, oysa veri yoksa ayrımcılık da görünmez olur.

Bu sistem, kimi insanların haklarını doğuştan “daha meşru” sayarken, kimilerini sürekli şüpheli kılıyor. Bir vize gişesinin ardında, ırkın, inancın, pasaportun rengiyle ölçülen bir eşitsizlik yatıyor. Evrensel değerlerin beşiği olduğunu söyleyen Avrupa, artık bu değerleri ayakta tutan değil, onları ihraç ederken çiğneyen bir güç görünümünde.

Eğer Avrupa gerçekten insan haklarının küresel savunucusu olmayı sürdürmek istiyorsa, ya da böyle bir iddiası varsa, önce kendi bürokrasisinin ayrımcılıkla örülmüş duvarlarını yıkmak zorunda. Konsolosluk koridorlarında “güvenlik” bahanesiyle ırkçılık yeniden üretilmemeli. Her başvurunun arkasında,........

© Bianet