Muhalefetin umuda olan gereksinimi ve heba edilen başarılar |
Ülke genelinden 30 ilden köylülerin oluşturduğu “Toprağımızı Vermiyoruz Platformu”, Muğla’nın Menteşe ilçesinde 28 Eylül Pazar günü “Temel Haklarımızdan Vazgeçmiyoruz, Toprağımızı Vermiyoruz” ana konulu bir miting gerçekleştireceğini haftalar öncesinde kamuoyuna duyurdu. Muhalefetteki siyasi partileri, demokratik kitle örgütlerini ve sendikaları davet ederek, katıldıkları takdirde temsilcilerine konuşma programında yer vereceğini de paylaştı. Bölge halkının ve ekoloji yapılarının yoğun katılımının yanında, bu partilerden CHP, DEM Parti, EMEP, Kızıl Parti, SOL Parti, TİP, YSP ve Yeni Yol Grubu ile demokratik kitle örgütlerinden ise KESK, TMMOB ve TTB’nin genel başkanları, eş genel başkanları ya da yönetimlerini temsilen katıldıklarını ve kürsüde söz aldıklarını yazılı basından o gün öğrendik.
Ancak miting basında yalnızca yapıldığı gün ve ertesi gün haber olarak yer alabildi. Mitingin yapıldığı tarihten başlayarak en son 5 Ekim günü olmak üzere, platformun davetine icabet eden bu parti ve demokratik kitle örgütlerinin resmî web sayfalarına girip söz konusu mitingle ilgili bir habere yer verip vermediklerini, verenlerin de içeriklerini öğrenmeye çalıştım.
Davete icabet etmiş tüm kurumlar miting kürsüsünden sözünü söylemiş olmasına karşın, web sayfalarında yalnızca CHP, DEM Parti, EMEP, TMMOB ve TTB’nin yer verdiğini görebildim. Bunların da içeriği küçük bir haber girişiyle beraber, kendi temsilcilerinin konuşmalarıyla sınırlıydı. Böyle olunca, AKP-MHP koalisyonuna karşı siyasal, demokratik, ekonomik ve sosyal haklar kapsamında tek tek muhalefet ve mücadele eden söz konusu yapıların kurumsal olarak bu mitingde bir araya geldiklerinin, bir kürsüde buluştuklarının, birlikte ekoloji mücadelesine omuz verdiklerinin bilgisine kendi seçmenleri/üyeleri de genel kamuoyu da yeteri kadar sahip olamadı.
AKP, zeytinliklerle ilgili 23 yıllık hayalini 11. girişiminde tamamlayabildi. Geniş bir toplumsal kesimin ve neredeyse muhalefetteki partilerin tamamının karşı olmalarına rağmen, AKP-MHP iktidarı büyük bir inatla 7554 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’u 19 Eylül 2025 tarihinde kabul etti ve yasa 24 Temmuz 2025 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanarak uygulamaya girdi. 7554 sayılı Yasa’nın 11. maddesinin hükmüyle 3213 sayılı Yasa’ya eklenen geçici maddeyle zeytinlikler maden bölgesi olarak ilan edebiliyor. Buna göre, daha şimdiden elliden fazla sayıda köy zeytinliği bu düzenlemeye dayanarak kömür madenciliğine teslim edilmek üzere belirlenmiş oldu. Düşük kalorili kömürün o bölgelerdeki varlığı yıllardır bilinmesine karşın, işletmecisine yeterince kâr sağlamayacağı için son yıllara kadar bu zeytinliklere dokunulmadığını söyleyebiliriz. Söz konusu kömür, günümüz koşullarında kömürlü termik santrallerin ana hammadde girdisi olarak neredeyse altın kıymetine ulaştı. O nedenle bölgeye yatırım yapanlar ve onların destekçisi hükümet hep birlikte kendileri için en ucuz maliyetli olacak enerjiyi üretebilmek için onlarca yılı, oralarda yaşayan insanlara hayat vererek hayat bulmuş olan zeytin ağaçlarını diğer ağaçlarla birlikte yerlerinden söküp atabilecekler.
Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi, yaşamakta olduğumuz dönem kapitalizmin ucuz, en ucuz değişmez sermayeye ulaşma hedefinin diğer hedeflerine göre daha fazla öne çıktığı dönemidir. Türkiye gibi bağımlı kapitalist ülkelerin yöneticilerinin de yalnızca emek gücünü değil doğal kaynakları da ulusal ve ulusötesi patronlara, emperyalistlere peşkeş çektiği, talanına göz yumduğu hatta doğrudan talan ettiği ve bunda herhangi bir sınır tanımadığı bir dönemi yaşıyoruz.
Mitingle benzer bir tablo 15 Eylül Pazartesi günü Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) önündeki buluşmada da yaşandı. 7554 sayılı Yasa’nın “zeytinliklerin maden alanına dönüşmesinin önünü açan” ilgili maddelerine yönelik “iptal” istemi için hazırlanan ve DP, DBP, DEVA Partisi, EMEP, Gelecek Partisi, DEM Parti, İYİ Parti, Saadet Partisi, TİP, YRP ve YSP’li 255 partili milletvekiliyle birlikte beş bağımsız milletvekilinin imzasıyla AYM’ye sunulan ve dilekçede yer verilen taleplerde de bu siyasi partilerin ortaklaşmış olduğundan, birlikte tutum aldığından kamuoyunun yaygın olarak haberdar olabilmesi sağlan(a)madı. Oysa her iki kapsam ve katılımdaki böylesi buluşmalar Türkiye siyasi tarihinde çok çok nadir görülebiliyor. Hatta hafızam yanıltmıyorsa ikincisinin bir ilk olduğunu dahi söyleyebilirim.
Dünya genelinde 21. yüzyıl faşizminin doğası gereği toplumda “değiştirebilme” umudunu hedefleyip, planlayarak yerle yeksan ettiği rejimlerin hakimiyeti söz konusu. Türkiye’de de böylesi bir rejime karşı daha iyi bir yaşam için mücadele edenlerin, özellikle de siyasi yapıların toplumsal muhalefette umudu yeşertecek, var olanı daha da büyütebilecek, kitlesel duygu birlikteliği sağlayıp, özgüveni artırabilecek türden buluşmaların kamuoyunda yaygın olarak bilinebilmesini sağlayacak çabayı yeterince göstermediğine tanık oluyoruz. Nedense herkes yalnızca kendini anlatmayı tercih ediyor.
Bu gerçekliği henüz değiştirememiş muhalefet partileri Toprağımızı Vermiyoruz Platformu’nun miting davetine icabet etmiş, mitinge katılmış, sözünü söylemiş ve dayanışmış! Ama vatandaş bunlardan neredeyse hiçbirini görmemiş, duyamamış! “Aman sen de”, “kime ne” diyebilir miyiz? Hayır! Elbette dememeliyiz. Kendini muhalefette gören geniş toplum kesimlerinin bu ve benzeri başarılardan haberi olmadığının ya da çok çok küçük bir bölümünün haberdar olabildiğinin farkında olmayan bu yapıları hep birlikte dostça uyarabilmeliyiz: “Birlikte yaptıklarınızdan bizleri de haberdar edin. Hepimizin fiziki olarak yanınıza gelebilme koşulu olamasa bile hep birlikte duygudaş olabiliriz. Küçük küçük de olsa ortak hedeflerde ve bu hedeflere yönelik eylemlerde buluşabiliriz!” Umudun büyümesine damla damla da olsa katkıda bulunabiliriz. Elbette bu damlalardan “sonuncusu” bardağı taşıracaktır.
Bunca emek verilmiş ve başarılmış dayanışmaların yaygın olarak bilinmesine ve görülmesine olan gereksinim bugünlerde öncekilerden çok daha fazla ve yakıcı. Tek başına iktidarla mücadele edebilmek, teslim olmamak, sandık geldiğinde de tereddütsüz bir biçimde iktidarı gönderecek çoğunluk oylarını alabilmek herhangi bir partinin tek başına başarabileceği, altından kalkacağı bir iş olmaktan çok uzun zaman önce çıktı. Benim bildiğimi muhalif parti ve yapıların bilmemesi mümkün değil elbette. Ayrıca, “seçimsiz bir Türkiye” olmamasının da yolu muhalefetin dayanışmasından, ittifakından ve umudu toplumsal düzeyde yükseltebilmesinden geçtiğini iktidar da dahil herkes biliyor. Onun için muhalefet “aynada tek başına kendini izlemeyi” bırakıp, diğer muhalefet parti ve yapılarıyla birlikte daha fazla işler yapabilmeli. Yaptıklarını yalnızca kendisi için değil, hiç olmazsa kendisiyle birlikte “o işe imza atmış” diğer parti ve yapıları da görünür kılıp, muhalefetin dayanışmasına, ittifakına yönelik toplumsal güveni pekiştirebilmeli, büyütebilmelidir. Toplumsal psikolojiden biliyoruz; insan umut ederse umudu için mücadele eder, ortak mücadeleye katılır ve dayanışır. Umut da bulaşıcıdır!
Umudu var edecek, geliştirip yaygınlaştıracak, salgın haline getirebilecek elimizdeki en önemli araç ise dayanışma. Bakın, Bertolt Brecht, “Dayanışma” adlı şiirinde ne de güzel anlatmış:
Haydi unutmayalım
Nereden biz gücü alırız
Hem açken hem de tokken
Haydi unutmayalım
Bu dayanışmayı
İşçileri tüm dünyanın
Bir amaçta birleşsin
Dünyadaki nimetleri
Hep beraber paylaşsın
Haydi unutmayalım
Nereden biz gücü alırız
Hem açken hem de tokken
Haydi unutmayalım
Bu dayanışmayı
Zenci, beyaz, sarı, esmer
Birleşen özgür olur
Kendileri konuşsalar
Halklar hemen dost olur
Haydi unutmayalım
Nereden biz gücü alırız
Hem açken hem de tokken
Haydi unutmayalım
Bu dayanışmayı
İşçileri tüm dünyanın
Birlikten kuvvet doğar
Senin kızıl birliklerin
Her türlü zulmü boğar.
Haydi unutmayalım
Soruyu somut soralım
Hem açken hem de tokken
Bu dünya kimin dünyası?
Gelecek kimindir?
Direnişte olduğu gibi mücadelede de dayanışmayı öncelemeli. Böylesi bir tutum alış ivedilikle gerçekleştirilmeli. Değiştirelim, geliştirelim kendimizi, yapımızı, ülkeyi, Ortadoğu’yu ve dünyayı.
Umuda, var olanı büyütmeye gereksinimimiz var. Hem de hava kadar, su kadar, ekmek kadar…
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu'nun bianet'te yayımlanan tüm yazılarını görmek için tıklayın. (OH/TY)
Filistin’de bir asrı aşkın süredir devam eden yerleşimci sömürgecilik ve şiddet mekanizmaları, son yıllarda dijital araçlarla iç içe geçerek yeni bir yıkım düzeni oluşturdu. İsrail ve askerî birimleri; ABD başta olmak üzere devlet aktörleri ve küresel teknoloji şirketleriyle kurdukları ortaklıklarla birlikte dronlar, bulut depolama sistemleri, biyometrik tanıma ve sinyal istihbaratı gibi teknolojileri birleştirerek milyonlarca Filistinliyi izleyen, denetleyen ve hedef alan kapsamlı bir dijital denetim ağı kurdu. Bu ağ, yerleşimci sömürgeciliğin sürekliliğini güvenceye alırken, Ekim 2023’ten itibaren daha da ölümcül bir niteliğe büründü; “yapay zekâ”, “büyük veri” ve otomatik sistemler doğrudan soykırımın araçlarına dönüştü.
Karl Marx ve Friedrich Engels, Alman İdeolojisi’nde üretici güçlerin tarihsel olarak özgürleştirici bir potansiyel taşıdığını; ancak mevcut üretim ilişkileriyle çatıştığında aynı güçlerin baskı ve yıkım aygıtlarına dönüşebileceğini vurgular.[1] Üretici güçler yalnız teknik araçlar değil, bilgi, iletişim ve örgütlenme biçimlerini de içerir; özel mülkiyet ve devlet şiddetiyle eklemlendiklerinde toplumsal ihtiyaçlara hizmet etmek yerine yönetmek, bastırmak ve imha etmek için kullanılırlar. Ernest Mandel’in de Geç Kapitalizm’de gösterdiği gibi, kapitalist birikim rejimi bu dönüşümü hızlandırır: Üretkenlik ve bilgi birikimi artarken ekolojik yıkım, kitlesel işsizlik ve savaş endüstrisi derinleşir.[2]
Filistin’de gördüğümüz, bu diyalektiğin somut ve uç bir tezahürüdür: Dijital ağlar, algoritmalar ve veri odaklı planlama gibi özünde özgürleştirici potansiyel taşıyan üretici güçler, yerleşimci sömürgeciliğin ihtiyaçlarına tabi kılınarak yıkıcı güçlere çevrilmiş; gözetim, yerinden etme ve toplu imhanın otomasyonu için kullanılır hâle gelmiştir. Böylece, teknoloji geliştirme kapasitesi arttıkça özgürleşme olanakları değil, sömürgeci tahakküm biçimleri genişlemiştir. “Dijital sömürgecilik” kavramı tam da bu süreci -üretici güçlerin kapitalist ve sömürgeci ilişkiler içinde yıkıcı güçlere dönüşmesini- açıklamak için güçlü bir zemin sunar.
Dijital sömürgecilik, Michael Kwet’in tanımladığı biçimiyle, ABD merkezli teknoloji devlerinin yazılım, donanım ve ağ üzerindeki tekel güçleri aracılığıyla Küresel Güney’i ekonomik, siyasî ve kültürel olarak kendilerine bağımlı kıldığı bir egemenlik biçimidir. Kwet’e göre klasik sömürgeciliğin demiryolları ve limanlarla kurduğu aktarım ağlarının yerini bugün kapalı platformlar, bulut hizmetleri ve veri akışları almıştır; veri yeni dönemin ham maddesi, platform kodu ise yeni dönemin “hukuku”dur. Böylece kullanıcı verileri merkezlerde toplanır, işlenir ve bilgi/algoritma formunda yeniden dolaşıma sokulur; pazar rantı, gözetim kapasitesi ve söylem üstünlüğü aynı mimaride birleşir.[3]
Kwet, bu yapının yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda siyasal ve kültürel bir egemenlik biçimi olduğunu vurgular: Dijital dünyanın kurallarını artık demokratik kurumlar değil, bu platformların kodları belirler. Hangi bilginin görünür olacağına, kimin konuşabileceğine ve hangi içeriğin dolaşımda kalacağına pek çoğu ABD merkezli olan bu şirketlerin algoritmaları karar verir. Böylece veri, geçmişin madenleri ya da limanları gibi, yeniden sömürgeci bir ham maddeye dönüşür. Kwet’in Güney Afrika örneğinde gösterdiği üzere, Google ve Facebook’un reklam pazarını tekelleştirmesi ya da Uber’in yerel taşımacılığı çökertmesi, dijital ekonominin bu yeni sömürgeci mantığını görünür kılar. Küresel Güney ülkeleri kendi dijital endüstrilerini geliştiremeden kapalı platformlara bağımlı hâle gelir. Bu nedenle dijital sömürgecilik, veri sömürüsüyle ekonomik rantı birleştiren, bilgi üretimini ve kültürel temsili merkezîleştiren bir tahakküm biçimi meydana getirir.
Filistin, bu küresel dijital sömürgeciliğin en uç biçimini temsil eder: Burada teknoloji yalnızca ekonomik bağımlılık üretmekle kalmaz, aynı zamanda yerleşimci sömürgeciliğin hedefi olan fiziksel imha ve soykırımı otomatikleştiren bir mekanizmaya dönüşür. İsrail, toprak üzerindeki kontrolünü dijital ağlara taşıyarak iletişim, veri akışı ve anlatı üretimi alanlarını da sömürgeleştirmiştir. Oslo Anlaşmaları’ndan bu yana İsrail, Filistinlilerin kullandığı telefon hatları, cep telefonu şebekeleri ve internet altyapısı dahil tüm iletişim ağlarını elinde tutmuştur.[4] Böylece işgal, klasik anlamda toprak işgalinin ötesinde dijital alana yayılmış; fiziksel hareketin kısıtlanmasına paralel biçimde enformasyon akışı da sömürgeci denetime tabi kılınmıştır.
Bu denetim yalnızca gözetim ya da sansür anlamına gelmez. Aynı zamanda Filistin toplumunun teknolojik ve ekonomik olarak geri bırakılmasına neden olan, onu sistematik biçimde İsrail’in altyapısına bağımlı kılan yapısal bir mekanizma işler. Sara Roy’un geri bırakma (de-development) adını verdiği süreç, Filistin ekonomisinin doğal bir geri kalmışlık değil, planlı bir sömürgeci mühendislik sonucunda çökertildiğini ortaya koyar. Roy’a göre İsrail, üretim ilişkilerini, toplumsal örgütlenmeyi ve ekonomik kurumları sistematik biçimde çözerek gelişmeyi tersine çevirmiştir.[5] Günümüzde bu süreç, iletişim altyapısı ve bilgi teknolojileri düzeyinde yeniden üretilmektedir: Üretici güç olması beklenen dijital ağlar, Filistin’de gelişmeyi baltalayan ve toplumu dış dünyadan tecrit eden birer yıkım aracına dönüşmüştür. Bu açıdan dijital sömürgecilik, yalnızca bilgi ve altyapı üzerindeki denetim değil, aynı zamanda toplumsal yeniden inşayı imkânsızlaştıran bir “dijital geri bırakma rejimi”dir. Bu rejim, ekonomik bir politikanın ötesinde, altyapının, verinin ve teknolojik üretimin sistematik olarak kontrol altına alınması yoluyla Filistin’in geleceğini ipotek altına alan bir egemenlik biçimidir.
Bu yapının artık yalnızca yerel bir sömürge ekonomisi değil, uluslararası ölçekte kurumsallaşmış bir düzen olduğu Birleşmiş Milletler Özel Raportörü Francesca Albanese’nin 2025 tarihli raporunda açıkça ortaya konmuştur.[6] Albanese, İsrail’in işgal ekonomisinin “soykırım ekonomisine” evrildiğini; bu dönüşümün devletler kadar teknoloji devleri tarafından da sürdürüldüğünü belirtir. Rapor, bulut altyapısı, yapay zekâ sistemleri ve veri analitiği sağlayan şirketlerin İsrail ordusuna ve istihbaratına sağladıkları hizmetlerin yerinden etme ve imha politikalarının asli bileşenine dönüştüğünü vurgular. Böylece Roy’un tarif ettiği “geri bırakma” süreci, dijital araçların geliştiği günümüzde küresel şirketlerin aktif katılımıyla işleyen bir sömürgeci dijital-askerî kompleks hâline gelmiştir; bu da dijital sömürgeciliğin teknik veya ekonomik olmaktan öte, uluslararası ölçekte meşrulaştırılmış bir tahakküm biçimi olarak kurumsallaştığını gösterir.
İsrail’in Filistin üzerindeki bu dijital sömürgeci düzeni, altyapı, gözetim ve anlatıdan oluşan üç........