İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve barış içinde yaşama hakkı |
İnsana içinde yaşadığı, üyesi olduğu toplum tarafından insan olduğu için tanınması bazen de sağlanması gereken koşulları, hizmetleri, olanakları vb. ifade eden temel, tarihsel ve önemli metinlerden biri olan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 77 yıl önce bugün, 10 Aralık 1948’de BM Genel Kurulu’nun 183. oturumunda kabul edildi.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi öncesinde haklar alanında dünya genelinde baş yapıt olarak kabul edilen üç metin bulunmaktadır. İlki ve en eski tarihli olanı Özgürlükler Sözleşmesi (Magna Carta Libertatum), ikincisi, 2 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisi ve üçüncüsü ise 28 Ağustos 1789 tarihli Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’dir. Bu metinlerden ilki, yaygın olarak kullanılan adıyla Büyük Sözleşme (Magna Carta), İngiltere’de 15 Haziran 1215 tarihinde Kral John, Papa III. Innocentius ve baronlar arasında imzalanmıştır. “Hukuk devleti” arayışının belgesi olarak da kabul edilen bu sözleşmeyle kralın yetkilerinin sınırlanması ve hukuk kurallarının kralın yetkilerinin üzerinde olması hedeflenmiştir. Bunun yanında, sınıfsal bir içeriğe de sahiptir. Çünkü “Büyük Sözleşme” ile sadece “özgür yurttaşların” yani kontların, baronların ve yüksek rütbeli askerlerin ve kilisenin başta toprak olmak üzere, özel mülkiyet hakları tanınmış ve güvence altına alınarak kralın müdahalesi engellenmeye çalışılmıştır. Serflerin, köylülerin ağaç dallarından kulübelerinin, bunların etrafında yemeklik sebzeleri üretmeye çalıştıkları minicik bahçelerinin “mülkiyetini” ise tanımamıştır.
Klasik insan hakları öğretisinde “hak”, normatif yani “olması gereken” bir şey/norm olarak ele alınıyor. Aynı zamanda kavram/değer/iddia olarak da varlığının/geçerliliğinin evrensel olduğu kabul ediliyor. Başka bir ifadeyle, “doğruluğu” zamandan, mekândan ve toplumlardan bağımsızdır. Gerçekleşmesi, hayata geçirilmesi-geçmesi ise toplumsal ve tarihsel koşullara bağlı/konjonktürel olduğu kabulüyle bu aşamaya yönelik olarak herhangi bir “iddia” da taşımıyor.
İnsan doğduğunda, kendi doğasından kaynaklanan bazı haklarla doğmuyor. Hak(lar), ancak toplumsal ilişkiler içinde elde edilebiliyor. Bu nedenle, hangi kuramsal çerçevede ele alınırsa alınsın, günümüzde haklar “doğal” değil, “toplumsal” ve “tarihsel”dir. Onun için, insan olmanın gereği olarak düşünülen haklar (öznel haklar), nesnel haklara dönüştürülebildiği sürece insan yaşantısında anlam kazanmaktadır. Ancak, nesnel haklardan herkesin gereksinimi çerçevesinde, herhangi bir toplumsal engelle karşılaşmadan yararlanabilmesi; hak(lar)ın tanımlanmış olmasının yanında, ulaşılabilirliği-kullanılabilirliği için gerekli olan toplumsal, iktisadi ve siyasi koşulların da sağlanmış olmasını gerektirir. Pozitif hukuk kapsamında biçimlenen öznel hakların yalnızca nesnel hak olarak tanımlanması kişinin o hakkı kullanabildiği anlamına gelmemektedir.
Günümüzde haklar daha çok insan hakları üzerinden paylaşılmakta ve üç kuşağa ayrılmaktadır: Birinci, ikinci ve üçüncü kuşak insan hakları. Birinci kuşak insan hakları kısaca “kişiye devletin karışamayacağı bir alan veren özgürlükler ve siyasal haklar” olarak tanımlanabilir. Bu bağlamda kişinin siyasal haklarla yönetime katılma hakkına da sahip olacağı kabul edilir. İkinci kuşak insan hakları, “ekonomik ve sosyal alanlardaki” haklardır. Kişiler, devletten bazı alanlara karışmasını talep ederek, korunmasını ve gözetilmesini bekler. Sağlık, konut ve çalışma hakları bu kuşak haklardır. Üçüncü kuşak insan hakları, “dayanışma haklarını” kapsar. Kişinin, örgütlü toplumun ve devletin aynı zaman ve ölçüdeki katkısını gerektiren haklardır. Çevre ve barış hakkı bu kuşak haklar arasındadır.
Yaygın olarak bilindiği gibi, insan hakları kuşakları farklı gereksinimlerle ortaya çıkmıştır. Birinci kuşak haklar, burjuvazinin çıkarlarıyla ilgilidir. Burjuvazinin, feodal beylere karşı yürüttüğü mücadeleyle elde edilmiş olan kişilik haklarını ve siyasal hakları da kapsamaktadır. Söz konusu mücadele, özünde egemenlik sorunu üzerine oturmuştur. İkinci kuşak haklar, işçi sınıfının ve onun safındakilerin çıkarlarıyla ilgilidir. İşçi ve emekçilerin patronlara karşı yürüttüğü -farkında olsun ya da olmasın özünde sınıfsal olan- mücadeleyle kazanılan sosyal ve ekonomik hakları kapsar. Emek sömürüsü üzerinden yürütülen mücadeleyle, antikapitalist mücadeleyle biçimlenmiş ve vücut bulmuştur. Üçüncü kuşak haklar ise ulusötesi şirketlerin ve emperyalizmin yarattığı çelişkilerden doğan uluslararası düzeydeki ortak sorunlarla baş edebilmeyle ilgili olup, dayanışma haklarını kapsamaktadır. Uluslararası ölçekli sömürü üzerinden biçimlenmiştir. Ulus ve ulus devlet ile emperyalistler ve ulusötesi şirketler arasındaki mücadelenin, antiemperyalist mücadelenin bir ürünüdür. Söz konusu içeriği nedeniyle, üçüncü kuşak insan haklarında diğer kuşaklardan farklı olarak hak öznesi kişiler yanında, devletler de olabilmektedir.
Tabii ki insanın insan olabilmesinin nelere bağlı olduğunun biliniyor ve tanımlanmış olması çok değerli bir durum. Herhangi bir değerlendirme, karşılaştırma yapılmak istendiğinde önceden bilinen, üzerinde tartışılıp kabul görmüş normların varlığı pek çok açıdan yararlı ve yol gösterici. Nelerin hayata geçirilmesinin gerektiği tartışmaları ve belirlemeleri için de benzer bir durum söz konusu. Bununla birlikte, yukarıda da paylaşıldığı gibi, insanların bu hakların sahibi olabilmeleri, kullanabiliyor olmaları ise çok başka bir alan. Toplumun bütün üyelerinin sahibi olabilmesi ise daha da başka.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi de içeriğinin büyük bölümüyle klasik insan hakları öğretisine bağlı kalarak birinci ve ikinci kuşak haklarla sınırlı kalmıştır. Ele aldığı hakların evrenselliğini başka bir ifadeyle, tarih........