“İnsan avı”
“Kapitalizmin akıl dışılığının ve insana karşılığının dikkat çekici örneklerinden birisi geçtiğimiz hafta sonu yaşandı,” saptamasını okuyanın aklına ilk gelen soru “Kimin için akıl dışılık?” olacaktır. Dünya genelinde egemen olan kapitalist toplum biçimi ve onu ortaya çıkaran üretim biçimi temel olarak iki karşıt sınıfın varlığına dayanıyor. O nedenle akıl dışılığı düzenin sahipleri açısından değil, bu düzeni değiştirebilmenin öznesi olan işçi sınıfı ve onun müttefikleri üzerinden tanımlamak istediğimi peşinen belirtmeliyim.
ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı (CENTCOM), Suriye’nin Palmira kentinde “devriye gezen” ABD’li askerlere 13 Aralık’ta düzenlenen saldırıda Amerikalı iki askerin ve bir sivil tercümanın öldüğü, Amerikalı üç, Suriyeli iki askerin ise yaralandığını kamuoyuna açıklamıştı. Saldırıdan bir hafta sonra (20 Aralık), yine CENTCOM, bu defa ABD ordusu tarafından gerçekleştirilen saldırıyı duyuran ikinci bir açıklama daha yaptı: “Bugün erken saatlerde ABD güçleri, Suriye’de IŞİD savaşçılarını, altyapısını ve silah tesislerini ortadan kaldırmak amacıyla ‘Şahingöz’ operasyonunu başlattı. Bu, ABD güçlerine yönelik 13 Aralık’ta Palmira’da gerçekleşen saldırıya doğrudan bir yanıttır. Bu bir savaşın başlangıcı değil, bu bir intikam ilanıdır. ABD, Başkan Trump’ın liderliğinde halkını savunmaktan asla tereddüt etmeyecek ve asla geri adım atmayacaktır. Vahşi saldırının hemen ardından söylediğimiz gibi, dünyanın herhangi bir yerinde Amerikalıları hedef alırsanız, ABD’nin sizi avlayacağını, bulacağını ve acımasızca öldüreceğini bilerek kısa ve endişe dolu hayatınızın geri kalanını geçirirsiniz. Bugün düşmanlarımızı avladık ve öldürdük. Çok sayıda. Ve devam edeceğiz.” Bu açıklamayı ilk okuduğumda şaşkına döndüm. Demek ki her şeye rağmen bu kadarını beklemiyormuşum!
IŞİD’in yapısı, amacı, ortaya çıkaran nedenler vb. birçok tartışmayı konunun dışında tutarak, yalnızca CENTCOM’un bu açıklaması üzerinden bile düşündüğümüzde inanmak güç. Kendini dünyada ‘demokrasi ve özgürlüklerin beşiği’ ilan eden bir ülkenin her ne sebeple olursa olsun planlayıp, hedef gözeterek insan öldürmeyi meşru görmesinin yanında kullandığı dil, bir devletin ordusu eliyle gerçekleştirdiği “insana yönelik şiddeti ve yaşam hakkı ihlalini” tanımlamasındaki tercihi tüyler ürpertici. Aynı zamanda içinde yaşadığımız kapitalist, emperyalist sistemin geldiği aşamayı ve insanı yaşamın öznesi olmaktan çıkardığının, çıkarmak istediğinin de bir göstergesi olarak kabul edilebilir. Tükenmiş, çürümüş, insanlığa acı ve göz yaşından başka hiçbir şey vadedemeyen kapitalizm yine de varlığını sürdürebiliyor.
2025 yılının son ayında yaşananlar da Birleşmiş Milletler (BM) raporlarında da tanımlanan, Ekim 2023-Aralık 2024 tarihlerinde İsrail tarafından gerçekleştirilen soykırım dönemi de yalnızca son iki yılda dahi İsrail ve ABD tarafından diğer ülkelere ve ülke halklarına (Filistin, Suriye, İran, Yemen, Venezuela) karşı gerçekleştirilen şiddetin dozu ve sayısının artarak devam ettiğini gösteriyor. İsrail insanlığa karşı işlediği suçlarla “yerleşimci sömürgecilik” uygulamasını yeniden dünya gündemine taşıdı. ABD’nin de “uyuşturucu taşıyor” gerekçesiyle onlarca balıkçı ve gezi teknesini savaş uçaklarıyla bombalayarak mürettebatıyla birlikte (kurtulan olursa hedef alıp öldürerek) batırmasının yanında, Venezuela’ya ait petrol yüklü tankerlere uluslararası sularda seyir halindeyken el koyması da korsanlığı “korsan devlet” formuyla günümüze taşımış oldu. ABD ve İsrail’in açık bir şekilde tutum alarak gerçekleştirdikleri vahşetlerle CENTCOM tarafından 20 Aralık’ta yapılmış olan açıklamanın içeriği, bir defa daha ne İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ne uluslararası hukuk ne savaş hukuku ne de uluslararası diplomasinin kırıntısının dahi geçerli olduğu bir dönemin içinde bulunduğumuzu açık ve sarih bir biçimde gösteriyor. Dönem, ABD ve İsrail’in başını çektiği, Rusya’nın da takip ettiği “haydut devletler” dönemi. Haydutların kişiler değil de devletler olması elbette ki ne meşru olarak göreceğimiz ne de kabul edeceğimiz, rıza göstereceğimiz anlamına geliyor. Esas olanın haydut devletlere karşı mücadeleyi bölgeler ve dünya genelinde örgütlememiz gerektiği gerçeğini ortaya koyuyor.
Dünya kapitalist emperyalist sisteminin günümüzde ekonomik ve siyasi krizi birlikte yaşıyor olduğuna yönelik nesnel verilere dayalı analizlerin sayısı her geçen gün çoğalıyor. Bununla birlikte, “Ne olacak kapitalizmin hali?” sorusunun ölçeği zaman içinde daralmaya ve ayrıştırıcı olmaya başladı. Temmuz 2007’de ABD’de yaşanan Mortgage kriziyle birlikte görünür olan ve merkez kapitalist, emperyalist ülkelerde başlayan küresel finansal krizin çözümü için, kamuoyuna yansıtılan bilgiye göre, ABD, Kanada, İngiltere, Japonya ve AB merkez bankaları başta olmak üzere, 12 trilyon dolara yakın nakit paranın neredeyse sıfır faiz karşılığında riskli şirketler üzerinden piyasaya sokulduğu açıklanmıştı. O dönem de dahil kaygı ve müdahale kapitalizmin/kapitalist ülkelerin bütününe yönelikti. Bununla birlikte, Trump’ın ilk ABD Başkanlığı’na başladığı dönemde ticaret ve hegemonya alanında Çin’le olan kıyasıya mücadelenin görünür olması, kaygı ve hedefin “batı kapitalizmi ne olacak” sorusuyla özetlenebilecek ölçüde boyut değiştirdiğini de gösterdi. Ancak, Kasım 2025 tarihinde yayımlanan “ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi” metnindeki saptama ve hedefler bundan sonra kaygı ve hedefin çok daha daraltılarak “ne olacak ABD kapitalizmi” sorusuyla sınırlandırıldığını ortaya koyuyor. Elbette bu sonuncusu Trump başkanlığındaki ABD yönetiminin kaygı ve hedefini yansıtıyor, herhangi bir mutlakıyet taşımıyor. Fakat Batı ve/veya ABD kapitalizmi, günümüzdeki krizini aşabilmek için savaş sanayi dışında herhangi bir yol bulamıyor. Savaş sanayinin daralmaması hatta daha da genişleyebilmesi için de silahların tüketimine o nedenle de doğrudan savaşa, silahlı çatışmalara ve şiddete gereksinim duyuyor. Görünen o ki, krizini aşabilmek için “insan avı” dahil elinden geleni ardına koymuyor. Diğer yandan, kapitalizm, varlığı için bütün bunlara zorunlu/mahkûm olduğu bir aşamada. Karşıtları müdahale edinceye kadar da vahşetin dozu artarak devam edecek görünüyor.
Kapitalizm 70’li yılların başında görünür olan krizini aşmak için ABD hegemonyasında önce Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu sonrasında Dünya Ticaret Örgütü’nün eklendiği, sermaye sınıfının temsilcisi üçlü yapı aracılığıyla bağımlı kapitalist ülkelerin çoğunu “kredi vermemekle” tehdit etmeyi de dahil ederek neoliberal politikaları “Washington Uyumu” metniyle hayata geçirerek aşmaya çalışmıştı. Bilindiği gibi, kapitalist neoliberal politikalar temel olarak sermaye sahiplerinin ve merkez kapitalist ülkelerin kâr maksimalizasyonu ve refahını artırma hedefiyle hayata geçirildi. Öncelikle, kamu kaynaklarının-harcamalarının; paylaşımın yeniden düzenlendiği sağlık, eğitim, barınma, beslenme vb. toplumun büyük çoğunluğuna asgari düzeyde hizmete erişim ve kullanım olanağı sağlayan alanlarda kullanılması yerine, sermaye gruplarına aktarılması hedeflendi. Sağlık ve eğitim başta olmak üzere, söz konusu alanlar patronlar için yeni birer sermaye birikim alanına dönüştürülerek bu hizmetler metalaştırıldı ve piyasaya açıldı. Devlet, toplumsal yarar işleviyle olabildiğince küçültülüp, sermayenin yararı için devasa hale getirildi. Emek yoğun, doğa ve insana yönelik zararı ve tahribatı fazla, enerji tüketimi yüksek üretim alanları bağımlı kapitalist ülkelere kaydırıldı. Merkez kapitalist ülkelere finans kapital merkezi rolü kazandırıldı. Böylece hem yaşayabilmek için emek gücünü satmak zorunda olanların sömürü oranı artırıldı hem de bağlı kapitalist ülkelerden emperyalist-merkez kapitalist ülkelere kaynak akışı sağlandı.
Gelinen noktada açlıktan ölümler, yoksulluk ve yoksunluklarla ultra zenginliğin, uzay turizminin, israfın aynı dönemde birlikte yaşanır olduğu eşitsizlikler dünyası yaratıldı. Hesaplanabildiği kadarıyla dünya genelinde gelir 1800’lerin birinci çeyreğinin son yıllarından itibaren önemli ölçüde artı. Ne var ki bu gelir, toplumsal sınıflar, ülkeler-bölgeler arasında eşit olarak paylaşılmadı. Söz konusu eşitsizlik, yıllar içinde daha da derinleşti. Özellikle, neoliberal kapitalist ekonomik politikaların uygulanmasıyla, söz konusu eşitsizliklerdeki artış önceki dönemlerden farklı olarak yıllar içinde daha da hızlandı. Gelinen aşamada iç karartan, göz korkutan bir tablo ortaya çıktı.
Bölgelerin ortalama geliri, dünya ortalama gelirine göre büyük farklılıklar gösteren bir boyuta ulaştı. Öyle ki 2025 yılında Kuzey Amerika ve Okyanusya bölgesinin geliri dünya ortalama gelirinin yüzde 290’ına ulaştı. Buna yakın biçimde Avrupa bölgesinin ortalama geliri yüzde 215’ine, Rusya ve Merkez Asya bölgesinin ortalama geliri yüzde 109’na sahip hale geldi. Buna karşın, Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinin ortalama geliri dünya ortalama gelirinin yüzde 82’sine, Güneydoğu Asya bölgesinin ortalama geliri yüzde 53’üne ve Sahra Altı Afrika bölgesinin ortalama geliri de dünya ortalama gelirinin yüzde 30’una kadar geriledi. Eşitsizliklerin derinliği servet dağılımında daha da arttı. Kuzey Amerika ve Okyanusya bölgesinin ortalama serveti dünya ortalama servetinin yüzde 338’ine, Avrupa bölgesinin ortalama serveti de yüzde 224’üne ulaştı. Günümüzde Sahra Altı Afrika bölgesinin ortalama serveti dünya ortalama servetinin yalnızca yüzde 20’si, Güney ve Güneydoğu Asya bölgesinin ortalama serveti yüzde 45’i ve Latin Amerika bölgesi ortalama serveti de yüzde 57’si kadardır.
Bu tablo söz konusu bölgelerin her birinin kendi içindeki gelir ve servet dağılımındaki eşitsizliklerin üzerini örtememektedir. Nüfusun en zengin yüzde 10’u ile en yoksul yüzde 50’si arasındaki servet farkı Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgesinde 645 kat, Kuzey Amerika ve Okyanusya bölgesinde 524 kat, Sahra Altı Afrika bölgesinde 470 kat, Latin Amerika bölgesinde 290 kat, Rusya ve Merkez Asya bölgesinde 219 kat son olarak Avrupa bölgesinde de 194 kat olduğu ortaya konmuş durumda.
Dünya nüfusunun en zengin yüzde 10’u (556 milyon kişi) dünyadaki toplam gelirin yüzde 53’üne ve toplan servetin yüzde 75’ine el koymuşken, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’si (2 milyar 800 milyon kişi) dünyadaki toplam gelirin ancak yüzde 8’ine, toplam servetin de yüzde 2’sine sahip olabilmiştir. Dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’i (56 milyon kişi) toplam gelirin yüzde 20’sine, toplam servetin yüzde 37’sine, en zengin binde 1’i (5 milyon 600 bin kişi) ise toplam gelirin yüzde 8’ine el koyuyor. Özellikle son 30 yıl içinde bir yandan zenginler ve yoksullar arasındaki eşitsizlikler daha çok derinleşti adeta uçuruma dönüştü. Öte yandan zenginlerin kendi içindeki fark da artmaya devam ediyor.
Türkiye’de de dünya geneline benzer bir durum yaşanıyor. Dünyada dolar milyoneri sayısında 2024 yılında 2023 yılına göre yüzde 1,2’lik bir artış olurken, Türkiye’de neredeyse 7 kat daha fazla, yüzde 8 olarak gerçekleşti. Türkiye, servet eşitsizliğinde dünyada ilk 10 ülke içinde, dokuzuncu sırada yer alıyor. Türkiye’de nüfusun en zengin yüzde 1’i (860 bin kişi) gelirin yüzde 20’sine, servetin yüzde 37’sine, nüfusun en zengin yüzde 10’u (8 milyon 600 bin kişi) gelirin yüzde 53’üne, servetin yüzde 75’ine el koymuş durumda. Buna karşın, nüfusun en yoksul yüzde 50’si (en az 43 milyon kişi) gelirden yüzde 8, servetten de yüzde 2 pay alabilmiş. Özetle, Türkiye’de 2025 yılında nüfusun yalnızca 10’da biri kendilerinden beş kat daha kalabalık olan yoksullara göre........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Penny S. Tee
Gideon Levy
Waka Ikeda
Grant Arthur Gochin
Daniel Orenstein
Beth Kuhel