Miras: Otobiyografik ya da kurgu, gerçeğin ta kendisi

Bir yazar eserine kurgu diyorsa, “hayır bu senin hayat hikayen, otobiyografin” diye dayatmak ne kadar doğru? Norveçli yazar Vigdis Hjorth’un Miras’ı yazdığı 2016 yılından bu yana karşılaştığı durum bu. Yazar, “bu bir kurgu roman” diyor, ancak hala inanmak istemeyenler var. Sanki korkunç olaylar, büyük acılar yaşanmadan bilinemezmiş, o kadar az kişinin başına gelen ender vakalarmış, başkalarının acıları dillendirilemezmiş gibi…

Siren Yayınları’nın Dilek Başar çevirisiyle 2021 yılında Türkçeye kazandırdığı Miras’ı çıkar çıkmaz okuma listeme almıştım. Araya başka kitaplar girince geçen yıl okuyabilmiştim. Romanın yazarı Vigdis Hjorth'un İstanbul Uluslararası Edebiyat Festivali (ITEF) kapsamında İstanbul’a geleceğini öğrenince, söyleşisine katılmak istediğimden hızlıca okuyup, notlarımı çıkarmıştım. Roman ruhumu sarsarken, yazarın anlatım dili, denediği üslup hayranlığımı kazanmıştı. Geçenlerde bu roman üzerine kız kardeşinin de bir roman yazdığını öğrenince, okumayanlara tavsiye etmek, okuyanlarla da üzerine tekrar ve tekrar düşünmek üzere Miras’ı yeniden elime aldım.

Duyulmak, anlaşılmak, özgürleşmek…

İçeriğinden önce Miras’ın diline, yazım tekniğine değinmek istiyorum. Kitabın temel konusunun rahatsız edici olması ilginizi azaltmasın, çünkü yazarın kendine has üslubu okuru fazlasıyla memnun edecektir. Roman bir günlük okuyormuşsunuz hissiyatı yaratıyor, ama ergen bir kızın günlüğü değil bu. Kahramanımız ellili yaşlarını süren yetişkin bir kadın; Bergljot. Sıkça anacağımız için öğrenmekte fayda var, isminin telaffuzu; Berg-ıyot. Üç çocuk annesi. Tiyatro eleştirmeni, dergi editörü, makaleler yazıyor, Freud ve Jung’a oldukça hakim, entelektüel bir kadın. Romanda Bergljot; kendi yaşamını oldukça sade, yalın bir dille bize anlatıyor. Yoksa içini mi döküyor? Elbette bu sorgulanabilir, bana sorarsanız olup biteni bize anlatıyor, çünkü Bergljot; duyulmak, anlaşılmak ve böylece iyileşmek, özgürleşmek istiyor.

Bergljot, bazen 8-10 sayfalık bölümler halinde bazen de tek cümlelik sayfalarla duygularını, düşüncelerini ve yaşananları aktarıyor. Özgün bir anlatım. Klasik olay örgüsü yok. Bergljot, etkisi basitliğinde olan diliyle, bizi yavaş yavaş derin sulara çekiyor. Olaylar kronolojik bir şekilde ilerlemiyor; kahraman bugünden söz ediyor, geçmişe gidiyor, olayların etrafında dönüyor, daireler çiziyor, tekrar aynı konuya değiniyor, mektuplardan, maillerden, filmlerden, rüyalardan söz ediyor ve bizi dışarıdan bakıldığında sıradan ancak içine girildiğinde yakıcı bir aile dramının ortasında bırakıyor. Okur olarak küçük ipuçlarının peşine düşüp sayfaları çevirirken, bir kadının yaşamını şekillendiren bir sürü olaya tanıklık ediyor ve o korkunç geçmişine ortak oluyoruz.

İnanmak ya da inanmamak!

Roman “Babam beş ay önce öldü, zamanlama ya çok iyiydi ya da çok kötü, nereden baktığınıza göre değişir” cümlesi ile başlıyor. Buradan anlıyoruz ki; birazdan okuyacaklarımız konusunda yazar bizi özgür bıraktığını ima ediyor. Çünkü bundan sonrası nereden baktığınıza göre şekillenebilir; Bergljot’un yaptıklarına iyi yapmış da diyebilirsiniz, kötü olmuş da... Bergljot’a inanabilirsiniz de inanmayabilirsiniz de… Tabii bu bir inanıp inanmama meselesi ise…

Daha ilk sayfada kardeşler arasında miras bölüşümü yüzünden bir kavga yaşandığını öğreniyoruz. Bergljot ailesiyle bağını koparmış, daha doğrusu yok denecek seviyeye indirmiş ikinci çocuk ve ilk kız. Annesi Inga, abisi Bård, kız kardeşleri Astrid ve Åsa ile yıllardır görüşmüyor. Ancak bu miras meselesi yüzünden (Bård kendisine destek aradığı için) Bergljot konuya dahil oluyor. Ailesinin desteğini alamadığı için kızgın olan Bård’ın itelemesiyle, 23 yıldan sonra Bergljot, annesi ve kız kardeşleri ile temas kurmak durumunda kalıyor. Bir de kendi çocuklarının haklarını koruma çabası var tabi…

‘Kutsal aile miti’ yerle bir oluyor

Buraya kadar şaşırtıcı bir durum yok. Miras, malum bildiğimiz bir konu. Dünyanın her yerinde, hemen her ailede büyükler gittikten hemen sonra ya da gitmeden az önce bu miras........

© Bianet