Gündem bazen üstüne üstüne geliyor insanın; aynı olayları tekrar ve tekrar yaşamanıza rağmen alışamıyorsunuz. Bir an kabuğunuza çekilmek ya da kaçıp gitmek istiyorsunuz hemen sonra buzdolabındaki eksikleri listeliyorsunuz. TV haberlerini şaşkınlıkla izleyip, öfkeden içiniz kabarıp, acıdan gözleriniz dolmuşken iki saniye sonra telefon ekranına bakarak kedi videolarına gülüyorsunuz.
Her gün, her an duygudan duyguya savruluyor ve delirmiyorsunuz! Bizimki gibi ülkelerde yaşamak bunu gerektirir çünkü.
Peki modern toplumlarda işler nasıl yürüyor, mesela Norveç’te?
Evet bu haftaki romanımız Norveç’ten; Erlend Loe’nin Doppler adlı romanı. Yayımlandığı 2004 yılından bu yana ilgi gören Doppler, bir kaçış ya da kaçamayış hikâyesi. Mevcut hayatından bıkmış bir adam olan Anders Doppler'in, toplumsal normlara ve modern yaşamın dayattığı tüketim çılgınlığına karşı verdiği ironik tepkiyi anlatıyor.
Ana temalar; günümüz toplumunun tüketim odaklı yapısı, bireyin bu düzen içerisindeki sıkışmışlığı, yabancılaşma hissi, doğaya dönüş arzusu ve insani zaaflarımız. Tüm bunları absürt bir mizah anlayışıyla ele alan roman, modern hayata başkaldıran bir “anti-kahraman” üzerinden varoluşsal çelişkilerimizin altını çiziyor.
Konuyu kısaca özetleyecek olursam şöyle: Anders Doppler, babasının ölümünden sonraki günlerden birinde ormanda bisikletinden düşüyor, yere uzanmış kalkmaya zorlanırken bir aydınlanma yaşıyor. Eşini, iki çocuğunu, evini, işini geride bırakarak Oslo’nun dışında bir ormanda yaşamaya karar veriyor.
Doppler, ormanda Bongo adını verdiği bir geyikle arkadaş oluyor; Bongo’nun annesini öldürüp, yedikten birkaç gün sonra… “Avcı toplayıcı” atalarımızın yaşam tarzına öykünen Doppler, ilk fireyi süt krizine girerek veriyor ve takas ekonomisine geçiyor. İnsanlarla bağlarını kesmek istese de o işler öyle kolay olmuyor.
Tüketim toplumuna mizahi bir eleştiri
Kasımdan mayısa, aylık bölümler halinde ilerleyen roman Doppler’in şehrin hemen dibindeki orman yaşamıyla modern dünyadaki ilişkileri arasında gidip geliyor. Modern toplumun materyalist değerleri ile bireyin bu döngüdeki kayboluşu üzerine keskin bir hiciv.
Tutunamayanlar’ın Norveççesi olabilir mi?
Kitabın arka kapak yazısında şöyle bir paragraf var: Norveç’in en çok okunan yazarlarından Erlend Loe, ödüllü romanı Doppler’de, süpermarket rafları ve televizyon programlarıyla kuşatılmış, orta sınıf kent yaşamının cilvelerine gebe “sterilize” bir varoluşun nasıl sabote edilebileceğini gülümseten bir üslupla anlatırken, başka dillerden “tutunamayanlar”a da yoldaşça bir selam çakıyor.
Tabii bu kavram her edebiyat sever gibi benim de aklıma Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar”ını getiriyor. Hâl böyle olunca iki eser arasında bağ kurmaya çalışmak mümkün ancak, yapmasak daha iyi. Doppler’in bildiğimiz türden bir tutunamayan olmadığını söyleyerek, olası yanılgıların önüne geçmiş olalım.
Anders Doppler ile Turgut Özben karakterleri arasında sisteme uyumsuzlukları, düzeni sorgulamaları dışında bir benzerlik bulmak zor. Turgut Özben kendi iç yolculuğuna çıkarak, Doppler ise ormanda kendini yeniden tanımlamaya çalışarak varlıklarını anlamlandırmak isteseler de biri bunu melankolik diğeri ise ironik yollardan........