Yeni dünya düzeni |
Kimi dönemler için “Yeni Dünya Düzeni” nitelemesi yapılır. Yeni dünya düzeni derken, burada ‘yeni’ olanın, kapitalist/emperyalist sistemin esastan değişmesini değil, farklı kulvarlara girmesini ifade eder.
Son 15 yıldır dünyada önemli ekonomik, politik ve askeri değişimler yaşanıyor. Trump’ın ikinci defa iktidara geliş döneminde bu değişimin yönelimleri, Trump’ın nobran, saldırgan, alaycı diliyle daha da netleşti.
Oluşan bu sistemin belirgin ve en tehlikeli sonuçları güç merkezlerinin saldırganlaşması, demokrasinin tırpanlanması, otoriter/totaliter yönetimlerin hemen tüm dünyada yaygınlaşması ve gerek uluslararası gerekse ulusal alanda güçlü olanın hukukunun belirleyiciliği şeklinde kendini gösteriyor.
80 yılda Batı’nın yönelimlerine dair bir projeksiyon tutacak olursak, şu aşamaların olduğunu görüyoruz.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında faşizmin o korkunç yıkımına karşı “Bir daha asla” denilerek, liberal demokrasinin ve sosyal devletin inşası olan bu dönem, kendini Avrupa uygarlığının (bir yönüyle de bu uygarlığın yıkıcılığını aşmaya çalışan) birikimi üzerine inşa etti. Frankfurt Okulu’nun da temsil ettiği düşünce akımı, Avrupa’nın özellikle hukuk ve politik yeniden inşasının önemli bir demokratik harcı oldu.
Bu süreç 1985’lerle birlikte kapitalizm için hem ekonomik hem de siyasal olarak maksimum kârlılık hedefinin (böyle bir hedefin “daha çok kâr, daha çok kâr” diyen burjuvazi için ölçüsü yoktur) gerisinde kaldığından hareketle siyasal liberal politikalar terk edilmeye başlandı.
İngiltere’de Margaret Thatcher’la başlayan neoliberalizm politikaları, en azından kapitalizme muhalif kimliğe sahip Sosyalist Blok’un çökmesiyle birlikte kendine büyük bir alan bularak yaygınlaşmaya başladı. Sosyal devlet budandı.
Elbette kapitalist/emperyalist dünyanın meta ekonomisinin gerek kaynak temini gerekse ticari dolaşımı açısından öteden beri küresel dinamiği vardı.
Ancak buradaki küreselleşme evresinden kasıt, kapitalizmin bunu ekonomiden teknolojiye ve siyasete kadar uluslararası boyutta etkin bir sistem oluşturmasıdır.
Batı hem kendi iç pazarındaki işgücünün maliyetinden kaçmak için ucuz işgücünden yararlanarak daha fazla kar elde etmek hem de çevre kirliliği yaratan (demir çelik, tekstil, deri, plastik vb.) üretimlerini başta Uzakdoğu olmak üzere diğer geri ülkelere taşıyarak, sermaye ve teknoloji transferlerini hızla yaygınlaştırdı.
Bu ikinci yeni dünya düzenine küreselleşme, globalleşme denildi. Üretim ve finans sermayesinin dünya üzerindeki dağılımı ve işlevselliği, siyasete de bir küresel özellik kazandırdı.
Bir yanda yoğun emek sömürüsü bir yanda iletişim teknolojilerinin ücra köşelere kadar yaygınlaşmasının getirdiği haberleşme, bilgi ve ulaşım ağlarının yaygınlaşması ve buna bağlı olarak meta ekonomisinin dünya üzerindeki hızı hem gümrük duvarlarını aşındırdı hem de ulus devletlerin yönetim hükümranlıklarında kırılmalar yaşattı. Siyasi ve ekonomik alanda uluslararası hukukun ulus devlet üzerindeki etkinliği arttı.
1990’ların sonundan 2015’lere kadar dünyada yine birçok çatışmalar yaşansa da genel olarak iyimser bir hava esti. Bu iyimser havadan güçlü bir rüzgâr sanısına kapılan kimi liberal çevreler ulus devletlerin hegemonyasının daraldığı, buradan doğan otoriter boşlukların demokratik değerlerle doldurulduğu ve toplumların yerelliğine karşın evrenselleşmesinin arttığı, dolayısıyla yakın bir gelecekte demokrasinin bir dünya sistemi haline geleceği şeklinde fanteziye varan görüşlere sahip oldular.
Küreselleşme uzun sürmedi.
Son 10 yıldan bu yana dünyadaki gidişat ulus devletlerde gücün temerküz etmesi, silahlanmanın hız kazanması ve ABD’nin dünyaya yeni bir otoriter nizam dayatması yönünde. Bu durum bizim gibi ülkelerdeki keyfi otoriterliğin artarak devamına ve meşruiyetine uygun koşullar sunuyor.
Küreselleşmeden sütre gerisine çekinilmesinde:
A) Batı’nın kendi içinde işsizlik, ekonomik daralma gibi sıkıntılar yaşaması;
B) Küreselleşme döneminde Batı’nın diğer ülkelere (özellikle Çin’e) yaptığı yatırımların o ülkelerdeki üretim dinamiklerini alabildiğine artırması ve o ülkelerin Batı yatırımlarından gelen üretim teknolojilerindeki deneyimlerini (örneğin Huawei, Alibaba grup, çip üretiminde TSMC, Xiaomi vb. şirketler) geliştirmesiyle birlikte, Batı karşısında bir rekabet gücünün ortaya çıkması;
C) Rusya’nın toparlanması, Çin’in devasa ekonomik ve askeri atılımları ve ABD dolarına karşı örgütlü bir yapının yavaş yavaş hüviyet kazanmasıyla birlikte ABD’nin dünya üzerindeki tek kutuplu güç merkezi stratejisinin başarı kazanamaması;
D) Göç ve sığınmacı olgusu; ABD coğrafi konumu nedeniyle yalnızca Meksika sınırında sorun yaşarken Avrupa, doğudan ve güneyden çok yoğun bir göç ve sığınmacı baskısı yaşamakta. Bu durum Avrupa’da sağın ve ırkçılığın giderek büyümesine ve çatışmacı boyutlara varan göçmen karşıtlığına yol açmaktadır.
Bir daha asla denilerek Avrupa’nın tarihselliğinden de kaynaklanan demokrasi inşasının içerdiği değerler ve bunun temsilcisi Avrupa Birliği projesi yavaş yavaş çürütüldü.
Aslında bütün bu yeni dünya düzeni adıyla ifade edilen kulvar değişiklikleri, kapitalist/emperyalist dünyanın kendi ekonomik, politik ve yönetememe tıkanıklarını aşma yönelimleridir.
Trump uluslararası konularda her ağzını açtığında dünyaya yeni bir nizam vaaz ediyor. Diplomasiden ve uluslararası hukuk dilinden yoksun olan Trump, ABD’nin gücünü ve dünyanın tepkilerini test etmek için uçuk kaçık taleplerde ve iddialarda bulunmakta. Elbette bütün bu talep ve iddialar, ABD’nin devlet politikasından kopuk olarak Trump’ın kişiliğine indirgenemez.
Son 10-15 yıldan bu yana bir yeni dünya düzenini inşası başlamıştı. Bunun gereklerinin alabildiğine uygulanması Trump iktidarıyla hız kazandı.
Trump’ın önceki konuşmalarının bir devamı olan BM konuşmasının spekülatif taraflarını bir tarafa bırakacak olursak, konuşmasından geriye yeni dünya düzeninin ilanı ve küreselleşme tabutuna çivi çakılması gerçeği kalıyor.
Erdoğan iktidarının 25 yıllık süreci yalnız iç politika dinamikleriyle değil, bir de dünya konjonktürüyle birlikte bu açıdan değerlendirilmelidir.
(HŞ/VC)
Diyarbakır'da Sezai Karakoç Kültür ve Kongre Merkezi'nde (ÇandAmed) 26-30 Eylül tarihleri arasında gerçekleştirilen 9. FilmAmed Belgesel Film Festivali sona erdi.
Beş günlük maraton, insanın içini hem ısıtan hem de dağlayan anlarla doluydu. 771 film başvurusu ve 44 projeyle festivalin bugüne kadarki en yüksek katılımını gördüğü bu yıl, 26 film resmi seçkiye alındı ve 3 belgesel proje desteklenmeye hak kazandı.
FilmAmed'in hikayesi, 2011'de Kayapınar Belediyesi bünyesindeki Cegerxwîn Sanat Akademisi'nin başlattığı film günleriyle başladı. Zamanla uluslararası bir belgesel film festivaline dönüşen etkinlik, 2016 sonrası belediyelere atanan kayyumlarla en zor dönemini yaşadı.
Yerel yönetim desteği kesilince festival durabilirdi. Ancak Ortadoğu Sinema Akademisi Derneği (OSAD) ve Diyarbakır'daki sivil toplum örgütleri, festivali kendi imkânlarıyla sürdürdü. Kayyum dönemi, FilmAmed için dayanışmanın gücünü keşfetme zamanı oldu.
Bu yıl, Kayapınar Belediyesi'nin seçilmiş yönetimle iş başına gelmesiyle festival yeniden belediye desteğiyle gerçekleştiriliyor. Belediye ile OSAD'ın 10 aylık ortak emeğiyle hazırlanan 9. FilmAmed, bölgedeki kültürel faaliyetlerin yeniden canlandığının göstergesi.
"Kökler... Ateşin etrafından gerçek söylenceler" şiarıyla düzenlenen festivale Amerika'dan Arjantin'e, Almanya'dan Fransa'ya ve Kürdistan'ın dört parçasından başvurular geldi. Festival, kayyum döneminde sekteye uğratılmak istenen kültürel birikimin yok edilemeyeceğini kanıtlıyor.
Festivalin açılış filmi "Jinwar", Rojava'da kadınların kendi elleriyle inşa ettiği özerk köyü anlatıyordu. Yönetmen Nadya Derwîş'in videolu mesajı salonu duygulandırdı: "Kadınların eliyle bir yer inşa edildi. Fikirlerin birleştiği, kadınların buradan güç aldığı bir inşa."
Film sonrası dakikalarca süren ayakta alkış, sadece filme değil, belki de o köyde yaşayan kadınların cesaretine ve özgürlük arayışına da bir selamdı. "Jin, jiyan, azadî" sloganıyla biten ilk gün, festivalin ruhunu da belirlemiş oldu: Burası sadece film izlenecek bir yer değil, aynı zamanda bir dayanışma ve umut alanıydı.
Festivalin belki de en dramatik anı ikinci gün yaşandı. Sosyolog İsmail Beşikçi, kendi hayat hikayesini anlatan "Bizim İsmail" belgeselinin gösteriminin ardından konuşma yaparken rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldı. Beşikçi'nin beyin kanaması geçirdiği ve sağ tarafından felç geçirdiği öğrenildi.
Bu haber festival boyunca bir gölge gibi dolaştı. Kürt meselesini savunduğu için hayatının 17 yılını hapishanelerde geçiren bir aydının, kendi yaşam öyküsünü izlerken hastalanması, sanki bir metafor gibiydi - ne kadar acı, ne kadar ironik...
Kapanış töreninde Beşikçi'ye "Ortadoğu Sinema Akademisi Özel Dayanışma Ödülü" verildi ve ödülü filmin yönetmeni Fatin Kanat aldı. O an salonda gözlerin dolduğunu gördüm.
Üçüncü gün gösterilen "Bîra Sûrê/Sûr'un Hafızası", Diyarbakır’ın tarihi Sur ilçesinde 2015-2016 yıllarında ilan edilen sokağa çıkma yasakları sonrası yaşanan yıkımı anlatan Gazeteci Azad Altay'ın filmi, salona sığmayan bir kalabalık tarafından izlendi.
Barış Annesi Meryem Turan'ın yönetmene plaket verirken söyledikleri içimi burktu: "Sur'u bugün bize cezaevi yapmışlar. Cezaevi gibi bakıyoruz Sur'a."
FilmAmed'de gösterilen 26 film, sesi kısılan hikayelere platform oldu. Festival, sadece bir sinema etkinliği değil; görünmez kılınan anlatıların ekrana taşındığı nadir mekânlardan biriydi.
Asimilasyon ve eğitim sistemi, Şükran Demir ve Özgür Ünal'ın "YİBO" filmiyle gündeme geldi. "YİBO" 1962-2010 arası Yatılı İlköğretim Bölge Okulları'nda okuyan 25 mezunun tanıklıklarıyla, çocukların kültürleri ve dilleri nedeniyle nasıl dışlandığını, askeri disiplin altında "terbiye" edilmeye çalışıldığını gösterdi.
Sürgün, göç ve yerinden edilme, festivalin tekrarlayan temalarından biriydi. Mert Güncüer'in "Bir Sürgünün Not Defteri", Fuat Saka'nın 1980 sonrası........