"Basit Türkiye Tarihi" üzerine notlar

Kısa bir süre önce Sevan Nişanyan’ın “Basit Türkiye Tarihi” adında bir kitabı yayınlandı. Kitap üzerine yorum ve değerlendirmeler kısıtlı bir çevreyle sınırlı kalmış durumda. Halbuki okunası ve üzerinde durulması gereken bir kitap.

Nişanyan kitabın yazılış amacını arka kapak yazısında “Doğu ile Batı neden uyumsuz? Merkeziyetçilikle parçalanma döngüsü nasıl işler? Bizans nasıl Müslüman ve Türk oldu? Osmanlı neden iflas etti? Cumhuriyet neden krizlerden kurtulamadı?” sorularını sormakta ve “Basit Türkiye Tarihi, bunlar gibi birçok hayati konuyu lise öğrencisinin kolayca yararlanacağı sade ve anlaşılır bir dille aydınlatıyor.” diyerek ifade ediyor.

Kitap Doğu – Batı çatışmasını ve uyumsuzluğunu 2.600 yıl öncesinden başlatarak günümüze kadar genel bir özetini yapmakta ve bu genel anlatıya bağlı olarak kısaca Cumhuriyetin krizleri de ifade edilmekte.

Kitap gerçekten de bu konulara lise seviyesinde ilgi duyanlar için anlaşılır ve yararlı bir kaynak niteliğinde.

Kitabı okurken bu kitap yeni olarak ne söylüyor sorusuna cevap aradım. Bulamadım. Çünkü kitap çeşitli kaynaklarda ifade edilenlerin derli toplu ve anlaşılır bir tarzda ifadesinden ibaret. Elbette Nişanyan’ın entelektüel birikiminin ürünü olan kitabı bir hafifseme saygısızlığında değilim.

Kitabın 2.600 yıllık tarih anlatısında döngüsel bir tarih anlayışına saplandığı kanısındayım. Öyle ki, bugünkü Kürt sorununun tarihsel kaynağı bu Doğu-Batı uyumsuzluğuna hatta çatışmasına bağlanmakta.

“MÖ 600 dolayında medeniyet ışığı yeniden parlamaya başladığında Anadolu ve doğusu, doğudan ve batıdan gelen iki gücün -İran ve Yunan’ın- etki sahasına girdi.” (11) denilerek, 2.600 yıllık tarih, bu çatışmanın kolonları üzerine inşa edilmekte.

Persler ile antik Yunan arasındaki savaşların ayırıcı hattını kuzeyden güneye Fırat nehri oluşturmakta. Dünyanın ilk gazetecisi sayılan Ksenofon’un “Ananabasis” (On Binlerin Dönüşü) kitabında da (Her ne kadar Pers prensinin krallığı ele geçirmek için kendi ordusunun yanında topladığı Yunan gönüllü ordusuyla Pers krallığına karşı savaşının içinde asker olarak bulunması) belirttiği gibi, Fırat nehri adı konulmamış bir sınır oluşturuyor. Aynı durum Perslerin Atina önlerine gelmesine rağmen tekrar Fırat’ın doğusuna çekilmek zorunda kalması gibi, tarihsel gelgitler olmakta.

Aynı Doğu-Batı çatışması bu defa Roma ile MÖ 330 yılında yıkılan Perslerin yerini alan Partlarla ve Sasanilerle devam ediyor. Fırat’ın batısında ve doğusunda kurulan kentler örneğin Zeugma gibi hep birer garnizon kentleridir.

Sonrası Doğu Roma (Bizans) ile Sasaniler arasında devam ediyor.

Maveraünnehir tarafından gelen Selçukluların Anadolu’daki kısa süreli egemenliklerinden sonraki parçalanmış beyliklerinden Osmanlı, kuruluşundan 150 yıl sonra Bizans’ı bitirmesiyle birlikte bu defa Osmanlı İran savaşları devam ediyor. Yine ayırıcı çizgi, Fırat nehri.

Nişanyan’ın bu süreci anlatısındaki en önemli noktayı Fırat’ın hemen doğusunda yer alan Ermenilerin, Kürtlerin hatta aşağı Fırat havzasındaki Arapların ne doğuya ne de batıya tabi olmamasıdır. Tarafların (Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı, İran) bu bölgedeki geçici egemenlikleri dışında, bölgenin gerek coğrafi konumundan ve özellikle de aşiret/beylikler üreten feodal yapısından kaynaklı olarak bu bölgenin belli özerklikler taşıdığı ve zaman zaman merkeze başkaldırdığı ifade edilmekte.

Bu anlatı yeni değil.

Nişanyan bu bölgeye ister Osmanlı’nın son dönemlerindeki hakimiyet çabasının isterse Cumhuriyet’in hakimiyet çabasının tıkandığı noktasının işte bu yapısal durumdan kaynaklı olduğunu söylüyor.

Böylece 2.600 yıllık tarih anlatısı merkezi imparatorlukların sosyoekonomik yapıları ne olursa olsun merkez çevre ilişkisinin aynı minval üzerinde devam ettiği iddia ediliyor. Haydi imparatorluklar, kölecilik ve feodal toplumlar olarak bunun böyle olduğunu kabul edelim. Ancak uluslaşma ve kapitalist toplum süreci yaşayan Cumhuriyet’in aynı döngü içerisine sokulması doğru olabilir mi?

Sonuçta Anadolu’nun 2.600 yıllık tarihinde aynı sorunun devam etmesi, döngüsel bir tarih anlayışı değil midir?

1895’lerden itibaren başlayan Ermenilerin kanlı tasfiye süreci sonunda bu bölgede Kürtler otokton bir halk olarak varlığına devam ediyor. Cumhuriyet döneminde artarak büyük çatışmalara varan Kürt sorununun çözülmeyişinin asıl nedenini, Nişanyan’ın Doğu-Batı çatışması anlatısına bağlaması bir indirgemecilik değil midir?

Eğer sorun Kürt bölgesinin aşiretlerinin, feodal yapılarının ürettiği Fırat eksenli bir ayrışmadan/çatışmadan kaynaklanıyorsa ki, bu coğrafi olarak nesnel bir ayrım olup çözümünün de tıpkı 2.600 yıllık tarihe binaen mümkün olmadığına işaret değil midir?

Tam böyle nitelemekten imtina etmeye çalışıyorum ama döngüsel tarih anlayışının gelip tıkandığı nokta burasıdır. Yani Roma veya Osmanlı dönemi nere, bugünkü Cumhuriyet dönemi nere?

Kapitalist üretim ilişkileri aşiret yapılarını, feodal kalıntıları süreç içerisinde çözer. Ancak sorun Cumhuriyet döneminde çoğu defa dile getirilen doğuya yeterince yatırım yapılmadı anlayışı da değildir. Sorun bir kimliğin tanınması ve hakları sorunudur.

Hem günümüzde Batı’nın yani Cumhuriyet’in doğu üzerinde tıpkı Roma, Bizans, Osmanlı gibi egemenlik kurması mücadelesine girmesi doğru da değildir. Cumhuriyet bu mücadeleyi bir yandan askeri, bir yandan da asimilasyon politikalarıyla yürütmesine rağmen çözemedi. Evet oradaki yapı gerek Osmanlı gerekse Cumhuriyet döneminin batısındaki sosyoekonomik ve idari yapıya uymamakta. Cumhuriyet bu uyumsuzluğu bir egemenlik ve merkeze biatlık politikalarıyla çözmeye çalışmakta. Halbuki sorun Cumhuriyetin eşit yurttaşlık, hukuk ve insan hakları bağlamında demokratik bir cumhuriyete dönüştürülmemesinden kaynaklanmaktadır.

Bu itirazı kayıtlarımın dışında kitapta özellikle tek parti, Demokrat Parti, darbeler konusunda değerli görüşler bulunmakta.

Kitaptaki bu bölüm Batılılaşma serüveninin kendi içerisindeki çelişkilerinin ifadesi ve “Yanlış Cumhuriyet” kitabının da yazarı olan Nişanyan açısından Batılılaşmaya yönelik Kemalist inkılapların olumlu nitelenmesi dikkate değerdir.

Aslında bu muasır medeniyet hedefi cumhuriyetle bir slogan haline gelmeden önce Osmanlı meşrutiyet hatta Tanzimat aydınlarının önemli bir kısmı tarafından Garpçılık olarak ifade ediliyordu.

Geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet döneminin siyaset ve edebiyat dünyasındaki kimi kesimlerin Batıcılık ideali “Batı’nın fennini alalım ama ahlakını asla” şeklinde bir ahlakçılık ve pragmatizmle sınırlıydı. Dikotomiden ibaret bu görüşün gerçekte bir karşılığı olmadı, olamazdı da.

Nişanyan’ın da dediği gibi “Kısaca fark edildi ki Batı’nın farkı sadece bir fen meselesi değildir. Batı’nın üstünlüğü bir yaşam tarzı, düşünce tarzı, eğitim ve kültürel üretim modeliyle sıkı sıkıya bağlantılıdır. Matematik ve mühendislik eğitimini tabana yaymadan kalifiye topçu yetiştirilemez; bando mızıka olmadan kolordu kurulamaz, zihniyeti hatta kıyafeti Frenklere uydurmadan Batı’nın fennini kendi halkına akıtacak iletişim kanalları inşa edilemez.”........

© Bianet