“Dört bir yanı araştırmayı bırak, kendi içine bak”
Ne zaman modum düşse elim hep çocuk kitaplarına gider. Çünkü çocuk kitapları sadece çocuklar için değildir. Çocuk kitapları bize unuttuklarımızı hatırlatır, içimizdeki çocuğun elinden tutar ve bizimle tam da sustuğumuz yerden konuşur.
Nesin Yayınevi’nden çıkan Boşluk, böyle bir eser. Anna Llenas’ın yazıp resimlediği kitap herkese dokunan bir iyileşme hikâyesi. Llenas’ın kolaj tekniğiyle hazırladığı resimler en az metin kadar güçlü; her sayfada duygular renk ve dokuyla vücut buluyor.
Kitabın kahramanı Julia, bir gün her şeyin değiştiğini fark eder. Olağan bir hayat sürerken ansızın içinin derinliklerinde bir boşluk açılır. O boşluk öyle kocamandır ki içinden rüzgârlar eser, bazen canavarlar çıkar, bazen de sessizlik…
Julia bu boşluktan hoşnut değildir. Bu boşluğu doldurmak için uğraşır ama hiçbir şey o boşluğu doldurmaya yetmez. O doldurmaya çalıştıkça daha da büyür. Her denemesi, tıpkı bizim hayatta “bir şeylerle doldurmaya” çalıştığımız o eksik yanımız gibi sonuçsuz kalır. Bazen o boşluk küçülür gibi olur ama hiçbir zaman tam olarak yok olmaz.
Julia bununla cebelleşirken bir gün, toprağın derinliklerinden gelen bir ses ona şu cümleyi fısıldar:
“Dört bir yanı araştırmayı bırak, kendi içine bak.”
İşte o an, hikâyenin dönüm noktası olur. Julia kendi içine baktığında, korkutucu sandığı o boşluğun aslında bambaşka renklerle dolu olduğunu fark eder. O boşlukta umut vardır. İçinde daha önce hiç fark etmediği bir dünyanın kapıları açılır. Böylece Julia, eksikliğiyle birlikte yaşamayı ve içinden iyileşmeyi öğrenir.
Boşluk, bir farkındalık ve kabulleniş hikâyesi. Kayıpla baş edebilmenin, yitirdiklerimizden sonra hayata nasıl tutunacağımızı gösteren bir rehber niteliğinde. Bazen bir rüzgâr eser, yapraklarımız dökülür… Bir şeyler yitip gider hayatımızdan. Bazen sevdiğin biridir bu, bazen de kurduğun bir düş. Ama hayat devam eder ve her zaman yeni bir hikâye başlar. İçimizdeki ışığın rehberliğiyle birlikte daha önce bakmadığımız yerlere bakarız. Yeni bir "ben" keşfederiz.
Boşluk, sendeleyerek yol aldığımızı, hatta bazen yere kapaklanarak öğrendiğimizi de anlatır. İyi ya da kötü yaşanan her şeyin kalbimizde ve zihnimizde bir köşeye yerleşip hayat boyunca bizimle olacağını fısıldar.
O yüzden, hayatta bazı şeyler yolunda gitmediğinde, o boşluğa düştüğünüzde elinize alabileceğiniz en iyi kitaplardan biri. Çünkü “İyi olmanın” eksikle yaşamayı öğrenmek olduğunu hatırlatırken bize şu cümleyi de fısıldıyor:
Her daim eşlikçiniz, çocuk kitapları olsun.
(GE/NÖ)
“Futbol oynamak istiyorum, kale buluyorum; bu bir hayal…”
“Ben muzlu dondurma seviyorum ama muzlu dondurma kalmamış; bu bir hayal kırıklığı…”
“Çiçek seviyorsun diye sana çiçek alıyorum, bu bir incelik…”
Bu dünyada dokuz ayını doldurduğunda, dolaylı olsa da, başına bir şey geldi Çiya’nın. Bakım emeğinde yoldaşım olan babasından ayrı, üç ilkbahar, üç yaz, üç sonbahar geçirdi. Ve eğer hayat (devlet?) başka bir çıkış kapısı açmazsa, 8 Aralık gecesine yaklaşırken üçüncü kışı da geride bırakmış olacak. 98 cm boyunda neredeyse 44 aydır bu dünyada yaşayan, görünmez bir iple bağlı olsak da birlikte özgürleştiğimiz bu küçük insanla mevsimler boyu başka türlü bir “birbirine emek verme” ilişkisi kurduk. Dayanışmamız emeğimizle başladı.
Çocuk Hakları günü vesile olsun diyecektim ama ben Çiya’ya haklarının ne olduğunu anlatmadım şimdiye kadar. Çünkü benim için kendisi zaten bir hak öznesi ve aslında hakkı olanın ne olduğunu biliyor diye düşündüm sanırım. En azından şimdiye kadar ki yaşam pratiği bunu gösterdi – benimle oynamama hakkı olduğunu çok duydum mesela: “seninle oynamayacağım” ya da “bu benim kararım” dediği bir çok an yaşadık. Ama birine haksızlık etmenin ne anlama geldiğini bildiğini düşünüyorum: “Bana haksızlık ediyorsun Çiya” dediğim durumlar ve “ama bu büyük haksızlık” diye tanımladığım olaylarla karşılaşıyoruz çünkü.
Çiya on üç aylıkken yazdığım metinde şöyle demişim:
Şimdiye kadar hep sezgisel karar verdim Çiya’ya nasıl davranmam gerektiğine. O sırada göz göze geliyoruz. Ona nasıl davranmayacağımdan çok eminmişim gibi bakıyorum ki o da bana “şakacı sen de” der gibi, “çok emin olma” der gibi bakıyor. Gülüşüyoruz sonra birlikte.
Kitapları çok sevsek de Çiya’ya “kitabi” davranmadığım konusunda eminim. Sezgilerime güvenmeye devam ediyorum ve konuşmaya başladığından bu yana kendisiyle çok konuşuyoruz; çok konuşan bir çiftiz anlayacağınız. Boyuna inerek göz teması kurarak konuşuyorum Çiya’yla.
Uyandığında, uyumadan önce, yemek yerken, lego yaparken, hayatımız “sonsuzluk ve bir gün” gibi. Sadece bir şeyleri........





















Toi Staff
Penny S. Tee
Gideon Levy
Sabine Sterk
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
John Nosta
Daniel Orenstein