menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

70 yıl önce İstanbul’da çok fena şeyler oldu

36 55
11.09.2025

Bugün 6 Eylül 2025. Yağmur yağıyor. Bir damla yağmur yağmadan geçen koca bir yazdan sonra, ilk yağmur.

Tam 70 yıl önceki 6 Eylül’de de İstanbul’da yağmur varmış ama sonra açmış hava. Ama keşke açmasaymış, tufan olsaymış, sel olsaymış da o 6- 7 Eylül'de çok fena şeyler olmasaymış. Keşke...

Bugün Cumhuriyet tarihinin ne yazık ki sayısı epeyce bol kara günlerinden birinin, 6-7 Eylül'ün 70. yılı. Az biraz geç geçmişle yüzleşmeyi, hatalarımızdan ders çıkarmayı bileydik, bugün memleketin kadim halklarına yapılan vandallığı utanarak anardık belki, bilmiyoruz, anmıyoruz, öyle olunca da haliyle, o fena şeyler tekrarlanıp duruyor.

Yazının başlığını arkadaşım Serdar Korucu’nun İstos Yayın’dan yeni çıkan kitabı “Akşam İstanbul’da Çok Fena Şeyler Oldu”dan aldım.

Serdar hem arkadaşım hem de memleketin yakın tarihine dair yazdığı kitapları her seferinde heyecanla beklediğim birkaç kişiden biri. Serdar bence, bir çeşit “sıradan insanlar arşivi” yaratıyor, gerçek insanların gerçek hikâyelerini kayda geçiriyor, o kayıtlar Cumhuriyet tarihinin pek de konuşulmayan, konuşulmasından hiç de hazzedilmeyen sayfalarına çentik atıyor. Gerçek hayat üzerinden memleketi, coğrafyayı, gitmek zorunda kalanları, gidenleri, kalanları anlatıyor, anımsatıyor.

Üstelik bunu gıpta ettiğim, düpedüz kıskandığım bir hızla yapıyor. Bakırköy Kadın Cezaevi'nde geçirdiğim üç küsür yılda Serdar (-en az) üç kitap yazdı: “Cumartesi Anneleri 1000. Hafta” memleketin ve dünyanın en mühim sivil itaatsizlik eylemlerinden Cumartesi Anneleri/İnsanları‘nın hikâyesini anlatıyordu. Birkaç ay önce yayınlanan “Bu Yas Bitmez”, 2015-2016'da Cizre, Silopi, Beytüşşebap, Sur, Yüksekova ve Nusaybin'de yaşananları, hayatta kalanların dilinden aktarıyordu.

“Akşam İstanbul’da Çok Fena Şeyler Oldu” ise 1955'te henüz çocuk olan İstanbullu kadın ve erkeklerin 6 -7 Eylül tanıklıklarına dayanıyor. Çoğu ilk kez konuşan bu insanların anlattıkları 70 yıl önce konuşulsaydı, 70’lerde, 80’lerde, 90’larda olanlar olmazdı belki, Galatasaray “Cumartesi Meydanı” diye anılmazdı, Cizre'de cenazesi buzdolabında bekletilen çocukların hikayeleri boğazımızda düğümlenmezdi, kim bilir…

1955 yazı Türkiye, Yunanistan, İngiltere ve Kıbrıs dörtgeninde epeyce sıcak bir yaz. İngiltere'de Kıbrıs görüşmeleri sürüyor, masalar kuruluyor, masalar devriliyor, Kıbrıs Türktür Cemiyeti İstanbul’da hazırlıklı. Sokaklar hareketli.

İstanbul Ekspres gazetesi günlük tirajının epey üzerinde bir baskı sayısıyla gazeteci çocukların elinde arz-ı endam ediyor: “Atamızın evi bombalandı.” Selanik'teki evin bombalandığı haberi İstanbul’a asıl bombayı düşürüyor. Sayıları Cumhuriyet sonrası çeşitli “girişimlerle” zaten epeyce azalmış olan İstanbul Rumlarının evlerine, dükkanlarına, ibadethanelerine, okullarına, mezarlıklarına, her yere saldırılar başlıyor. Dönemin tanıklıklarında daha ziyade “kamyonlarla taşınan” “dışarlıklı kalabalıkları” anlatır, ki bu doğrudur, ama yanı sıra, artık biliyoruz ki sırf “dışarlıklılar” değil olan bitenin müsebbibi, bazen yan komşu, bazen okul arkadaşı, bazen arka sokaktakiler…

On yıllar sonra 6-7 Eylül vandallığını gururla anlatan Sabri Yirmibeşoğlu “Muhteşem bir örgütlenmeydi, amacına da ulaştı” diyordu. 90’ların JİTEM’inin “ata”sı Seferberlik Tetkik Kurulu’nun, Özel Harp Dairesi’nin itirafı diye okumalı Yirmibeşoğlu’nun söylediklerini.

6-7 Eylül'den sonra İstanbul Rumları gitmeye başladı. 1964'e gelindiğinde 20 dolar ve 20 kilo ile gittiler, 1974 Kıbrıs harekatıyla İstanbul Rum toplumu neredeyse yok olacak kadar azaldı. 2025'teyiz. İstanbul Rum nüfusu herhalde bin kişi civarında. 1924 Türkiye-Yunanistan Nüfus Mübadelesine dahil edilmeyen İstanbul Rum toplumunun 1920'lerde nüfusu bir milyonun biraz üzerinde olan İstanbul’da 130 bin kişi olduğunu düşünürsek, vahamet ortaya çıkıyor.

Serdar'ın kitabı büyük kısmı Türkiye dışında yaşayan onlarca insanın tanıklığına dayanıyor. Okuması kolay bir kitap değil, çünkü kurmaca değil, hakikat. İnsanın içine oturuyor her cümle. Ben kitabı bence Holokost üzerine yazılmış en çarpıcı metinlerden biri olan, kendisi de bir “hayatta kalan” olarak yazan Jean Améry'nin “Suçun ve Kefaretin Ötesinde” kitabını sıkça anarak, Desmond Tutu'nun Güney Afrika'da Apartheid sonrası kurulan “Hakikât Komisyonu” deneyimini anlatan “No Future Without Forgiveness”ı anımsayarak okudum, bir de kahrolarak, öfkelenerek, lanet ederek. Dediğim gibi, okuması kolay değil. Ama okunmalı. Çünkü hakikat. Benim okumakta zorlandığım o satırlarda yazılanları o kadınlar ve erkekler 70 yıl önce yaşadılar.

Serdar kitabın girişinde Orhan Kemal'in Gurbet Kuşları’na atıf yapıyor. “İmrenilip ulaşılamayan Beyoğlu” tanıklıklarda da sıkça karşımıza çıkıyor: ”Ne olacak, alalım elinden, ne de olsa gavur malıdır.”, “Çaldı, etti, hırsını çıkardı”, “Halıları, kumaşları makaslarla kestiler, bari evlerini alsalardı…” En önemli cümlelerden biri: “Rum evlerini elleriyle koymuş gibi buluyorlardı.” İşte o imrenilip ulaşılamayan Beyoğlu'nun (ve şehrin birçok başka yerinin) Rum mülkleri yerle bir oluyor. Yirmibeşoğlu'nun “muhteşem bir örgütlenmeydi” diye anlattığı vandallık, inanılmaz bir planlama içeriyor, hangi dükkan Müslüman, hangisi değil biliniyor. “Ona göre” yağmalanıyor. Bu, 1970'lerde Alevilere dönük katliamlarda göreceğimiz işaretlenmiş evleri anımsatıyor insana hâliyle.

Kitapta tanıklıklarını paylaşan neredeyse hemen herkesin........

© Bianet