İnsan hakları, engellilik ve bitmeyen soru işaretleri |
Ankara’da bir çocuk güvercin kümesinde yaşamak zorunda bırakılıyor. Yanında bilmem kaç günlük ekmek. İşte gerçek. Parçalıyor bütün hamasi nutukları. Parçalıyor utançtan yerle bir olması gereken egomuza yüklediğimiz yapay duyarlılıkları. Bir diken gibi batıyor ve batmalı. Yüzleştirmeli bizi hayatla ilişkimizde.
Kapımızı örttüğümüzde dışarıda kalanın yok olmadığını göstermeli. Yorumlar yağıyor kümeste somutlaşan gerçekliğe. Herkes elini yıkıyor çocuğu kümeste yaşatan yenge ve amcanın üzerine. Ellerindeki kiri fark etmeden. Toplumsal utancımızdan ders almak yerine egomuza “ben ne kadar duyarlıyım” sinyalleri gönderiyoruz.
Bu durum kümeste yaşatılan çocuğun bir işine yaramıyor. Edilen küfürler de çürümüşlüğün ete kemiğe bürünmüş hali olan amca ve yengeye etki etmiyor. Sövgülerin tek faydası yıllarca sustuğumuz çürümenin kokusunu kendi burnumuzda bastırıp sorumluluğu üzerimizden atmak. Benim de boğazımda sövgüler bir yumru gibi duruyor.
Dışa vurmaya utanıyorum. Çünkü sövgülerin zihnimde tetiklediği soru “sen ne yaptın” olacak. Onunla yüzleşmek istemiyorum. Bütün öfkemizin düğümlendiği noktaya, boğazımdaki yumruya gönderiyorum tüm sövgüleri. Sonra unutuyorum olayı. Unutmak ta değil ya, birbirinden beter haberler bir çöp gibi yükleniyor zihnime. O olay altlarda kalıyor. Başka bir olay onu tetikleyip tekrar hatırlatana kadar.
Aynı hafta bir özel eğitim okulunda çocuklar sıraya bağlanarak ders işleniyor. Sonra çocuğun annesi kendisinin böyle bir talepte bulunduğunu belirtiyor. Peki annenin böyle bir talebi varsa bile bunu uygulamanın suç olduğunu ve kabul edilemez olduğunu kaç kişi dile getiriyor?
Peki anneyi böyle bir talebe iten koşullar ne? Yapılanı ve annenin yaklaşımını meşrulaştırmak için sormuyorum. Böyle bir yaklaşımı da asla kabul edemem zaten. Annenin bilinci nasıl bir ortamda şekillendi ki böyle bir talepte bulunabildi? Diğer olayda çocuğu kümeste yaşamak zorunda kalan amca ve yengeyi yerin dibine batırdılar. Peki onları bu kadar çürüten koşullar? Ya çocuk yıllarca o koşullarda yaşatılırken gözünü kaçırıp geçenler? Onlar daha mı az suçlu?
Bu çocuk yıllarca o koşullarda nasıl yaşayabilmiş? Sosyal medyada öfke kusan bu kadar insan neredeymiş, niye yıllarca sürmüş bu utanç.
Geçtiğimiz hafta 10 Aralık İnsan Hakları Gününü geride bıraktık. Hiçbir zaman toplumsal mücadeleyi insan hakları kavramına sıkıştırmayı tercih etmeyen birisi olarak soruyorum, ötekiler insan haklarının neresinde? Hani görünür olmayan ötekilerden söz ediyorum. “Aile yılı” adı verilen bu yılda her gün kadınlar, çocuklar öldürülüyor. Hakları gasp ediliyor.
10 yaşında çocuklar çalışırken ölüyor. Peki insan hakları kurumları bunları ne kadar gündemine alıyor. Engelliler ne kadar gündemlerinde mesela? Çuvaldızı kendimize batırmak da önemli ya. Mesela ilgili kurumların paylaşımları körler için ne kadar erişilebilir?
Kentlerin işlek meydanlarında birkaç basın açıklaması düzenlemek kadar basit mi olay? Mesela neden kümeste yaşamak zorunda bırakılan çocuklar için bir şey yapılmadı. Hayır kendi yapamadıklarımı başkalarından da beklemiyorum. Amacım bağcı dövmek de değil. Kavramlar ve simgeler üzerine sıkıştırılmış aktivizm kendi kendini tatminden başka bir şey düşündürmüyor bana.
Sağlamcılığa ve diğer ayrımcılık türlerine karşı temelleri güçlü örülmüş kesişimsel bir mücadeleye ihtiyaç var. Uluslararası sözleşmelere atıf yapmak, aynı kavramlar üzerinden proje yapıp söz kurmak yetmiyor.
Tabi ki bunları yadsımıyorum. İnsanlığın tarihsel süreçte kazandığı hakları korumak ve onları ileri taşımak önemli. Daha önemli olan da bunun ötesine geçmek. Neoliberal çağın yükselttiği sağcılık dünya üzerinde ötekileştirilenlere karşı yeni politikalar gündeme getiriyor.
Bu politikaların emekçiler ve ötekiler için olumlu bir nitelik taşımadığı açık. Artık ötekileştirilenlere karşı nefret söylemleri kabul edilemez bir hal aldı.
En küçük bir gelişmede nefret söylemleri havada uçuşuyor. Mesela açık *öjeni çağrılarının her yerde bu kadar pervasızca dile getirilmesine tanık olmamıştım son yıllara kadar. Dünya yeni kışını yaşıyor. Alışkanlıklarımızı değiştirmek, düşünmek, üretmek ve mücadele etmek zorundayız. Bu çürümenin içinde insan kalabilmemizin de başka yolu yok.
(BS/EMK)
"Devlet bir tasmadır…’’ Arthur Schopenhaeur
Yeniden sosyalizm derken aslında Lenin’in "Devlet ve Devrim" kitabında devlet üzerine tezlerinden bir parçayı kapsayan ama bence Leviathancı devletleşmeyi durdurmanın yollarından biri olan “devletin sönümlenmesi” meselesini anlıyorum ve başka bir sosyalizme geri mi dönüyoruz diye düşünmeden edemiyorum. “Hangi sosyalizm?” klişesine düşmeden geri dönüyoruz.
Çünkü devlet Kantçı manada “kendinde bir amaç” olmaktan en başından beri uzak olduğu gibi dişlerini kaşıyıp sürekli “kendinde bir araç” olarak kaldı. Bu mistifikasyona karşı çıkmak, bu bagajı dolu “metafizik” yanılgıyı aşmak ancak “aklını ıslah etmiş” bir zihinle mümkün. Spinoza’ya göre aklını ıslah etmek, sorunlar karşısında en yakın nedene ulaşmaktır. Eğer sorunlar karşısında en yakın nedene ulaşmak istiyorsam tüm önyargılardan arınarak, aslında “yargımı askıya alarak” ulaşabilirim.
Başa dönersek “yeniden sosyalizm”den kastım; devletin tüm tahakküm araçlarından ve Kafkavari bir bürokratik-dinsel evrenden azade bir araç devletidir. Devlet nihayetinde kutsallaştığı ve kapital düzene hizmet ettiği ölçüde ruhlara ve bedenlere baskıyı artırır.
Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları kitabında DİA’ların tıpkı küçük bir faşist motor gücü gibi çalışarak sürekli önüne geleni biçip yok ederek ilerlediğini belirtir.
Aile, din, okul, sanat gibi devletin ideolojik aygıtlarına dönüşen bu devletin “motor güçleri” hep kendini yeniden üreterek durmadan sömürülmeye açık “artı değer”ler oluşturur.
Bugün tüm kurumların çürümüş olmasının, ihtiyaca cevap vermemesinin temelinde de bu motor güçlerinin Leviathancı devlet modeline entegre olmasından kaynaklanıyor. Aile, din, okul ve sermaye tarihsel olarak kapitalist-emperyal düzenin kalbine giden damar yolları işlevini görüyor.
Çünkü kutsallaştırmaya giden bütün yollar mubah olmaya başlıyor. Ortodoks Marksizmi aşmak isterken Althusser, aslında sınıfların birbirini alt etmesinden öte sınıfın içinde yaşayan o küçük kanserli organizmaları eleştirel bir yönteme tabi tutmadan aşamayacağını biliyordu. Sonradan Post-Marksistler de bunu görecek ve bir din gibi yapılanmış olan eleştirinin de eleştirisini yapacaklardır.
Evet, eleştiri dogmatik olabilir; eleştirinin kendini gerçekleştirme yöntemi de eleştiriye tabi tutulmalı.
Sistemler üzerinden devlete ulaşıyoruz. Sistemlerin bir dili, kültür politikası, sözlüğü vb. birçok yapısı oluyor. İmparatorluklar yıkıldıktan sonra emperyal-kolonyal düzen kıyafetini değiştirmek zorundaydı.
Buna cevap olarak ona karşı olanlar da kıyafetini değiştirmek zorunda kalıyordu. SSCB deneyimi kendini I. Dünya Savaşı’nda bulunca –ki bu tarihsel olarak son imparatorluk savaşıydı– savaşın kapitalizme hizmet ettiğini düşünüp etik olarak çekilme ve kendi içinde enternasyonal komünizmin ilk adımlarını atmak istedi.
Lenin’le bir noktaya kadar gelen sistem “nasyonal canavarlarla” karşılaşınca her şey yine birbirinin yerine geçen, anlık dönüşümlere uğrayan, daha fazla silaha ihtiyaç duyan bir düzene döndü.
Hâlbuki biz kanunlarla, “toplum sözleşmesiyle” birbirimizi kesmeyeceğimizi söylemiş, Freud’un Uygarlığın Huzursuzluğu kitabında bahsettiği “güvenlik ve sevgi” koridorunu çoktan geçmiştik. İşte ulus-devlet tam da sözleşmeye, güvenliğe ve sevgiye saldırdı. İlk olarak sözleşmenin maddelerini değiştirdi.
Yasa vaat etti, sonra yasayı vaat etmeyi yasakladı. Türkiye Cumhuriyeti de dâhil olmak üzere türlü faşizmler gelişti. Hayali cemaatler kuruldu. Devlete bir isim verildi, marşı yazıldı ve dili seçildi. Bunu bir acil eylem planı olarak görmeyip hazırlığını yapan uluslar şu anda hâlâ........