'Gölge mahkeme'lere dönüşen İdare ve Gözlem Kurulları: "Barışın gerçek sınavı tam burada veriliyor" |
Şartlı salıverme kararları, "Gözlem ve Sınıflandırma Merkezleri ile Hükümlülerin Değerlendirmesine Dair Yönetmelik" ile 1 Ocak 2021’den itibaren İdare ve Gözlem Kurulları’nın yetkisine verildi. İnfaz Yasası’nda tanımlanan ceza infaz süresini tamamlayan tutuklu ve tutsakların şartlı tahliyesini öngören düzenlemesi, bu yönetmelikle sınırlandırıldı.
Tahliyelerin "iyi halli" olma koşullana bağlandığı yönetmeliğin yürütmesi İdare ve Gözlem Kurulları tarafından yapılıyor. Son olarak, İstanbul Bakırköy Kadın Cezaevi, Bolu F Tipi Cezaevi ve İstanbul Marmara (Silivri) Cezaevi’nde tutulan ve almış oldukları hapis cezalarının infazını tamamlamış toplam 6 mahpusun tahliyesi de Cezaevi İdare ve Gözlem Kurulu tarafından ertelendi.
DEM Parti Diyarbakır Milletvekili Serhat Eren, İdare ve Gözlem Kurulları’nın yapı ve işleyişini bianet'e değerlendirdi. "Bu kurullar, Türkiye’de güvenlik merkezli özel savaş cezaevciliği anlayışının kurumsallaşmış biçimi" olduğuna dikkat çeken Eren, şunları söyledi:
"Özellikle 2012 sonrası dönemde, cezaevleri salt kapatmanın ötesine geçerek siyasi kimliği kırma mekânlarına dönüştürüldü. Devlet, siyasi mahpusları yargısal sürecin dışına çıkarıp idari infaz alanına taşımak istedi. Böylece 'yargıyla ceza vermek'ten 'cezaevi politikasıyla cezalandırmaya' geçildi. Bugün ağır hastası olan bir mahpus, sağlık raporlarına rağmen 'pişmanlık göstermediği' için tahliye edilmiyor. Disiplin cezası olmayan bir mahpus, 'koğuş içi sosyal bağlarını korudu' gerekçesiyle riskli görülüp tahliyesi erteleniyor. Bir başka mahpus, 'siyasi içerikli kitaplar okuduğu' gerekçesiyle kuruldan defalarca geri çevriliyor. Bu uygulamalar, kurulların yalnızca hukuksuz değil, kimlik mühendisliği yapan ideolojik aygıtlar haline geldiğini gösteriyor."
Avrupa Konseyi Cezaevi Kuralları'nın hatırlatan avukat Serhat Eren, "Tahliye ve indirim kararları nesnel olmalı, somut davranışa dayanmalı, kişinin düşüncesi ve kimliği asla değerlendirme konusu olmamalıdır. Bu yüzden Türkiye modeli, dünyada demokratik hukuk sistemlerinde benzeri olmayan bir yapıdır" dedi.
"Bugün Türkiye cezaevlerinde infazın gerçek belirleyicisi mahkeme değil, idare ve gözlem kurullarıdır" diyen Eren, "Ceza süresi dolmuş bir mahpus için bile, son sözü mahkeme ya da savcı değil, siyasi uyumu ölçen bu kurul söylüyor. Bu kurullar, mahpusun cezasını tamamlamasını yeterli görmeyip kimliğinin devletle uyumlu hale gelip gelmediğini denetlemeye başladılar. Böylece adaletin son aşamasında mahpusun kaderini belirleyen bir 'gölge mahkeme'ye dönüştüler" ifadelerini kullandı.
Eren, dosyalarda tespit ettikleri somut ve çarpıcı gözlemleri şöyle aktardı:
"Mahpusun cezaevi kurallarına uygun davranışı değil, 'devlete uygun davranışı' ölçüt kabul ediliyor. Aynı kurumda, aynı davranışı sergileyen iki mahpustan biri tahliye edilirken diğeri erteleniyor. Bu, hukukun değil 'niyet denetimi'nin uygulandığını gösteriyor. İdare ve gözlem kurulları çoğu zaman ceza hukukunun değil, cezaevi istihbaratı ve güvenlik bürokrasisinin uzantısı gibi çalışıyor. Mahpusun dünya görüşü, kimliği, politik aidiyeti kurulların kararlarına doğrudan etki ediyor."
"Bir başka kritik nokta da kurullar yargısal organ değildir. Ancak uygulamada cezaya fiilen 'ek ceza' getiriyorlar. Tahliyeyi ertelemek, mahpusun fiili hapis süresini aşmak demektir. Bu da infaz süresini uzatma yetkisinin idari bir yapıya devredilmesi anlamına gelir. Bu yargının alanına açık müdahaledir ve hukuken çok ağır bir meseledir. Sahada bunun sonuçları çok yıkıcı. Cezaevlerinde birçok mahpus, hukuk önünde cezasını tamamlamış halde bekletiliyor. Kurulun yaklaşımı çoğu dosyada şu çıplak ifadeye dönüşüyor: 'Bizimle uyumluysan çıkarsın, değilsen kalırsın.' Bu, adalet değil; itaat üretme mekanizmasıdır."
Eren, 'pişmanlık' beyanı ve 'iyi hal' adı altında sunulan soyut kriterlerin hukuken tahliyeye engel olamayacağını söyledi ve şöyle eleştirdi:
"Ceza hukuku, failin işlediği fiili değerlendirir. Kişinin düşüncesini, inancını, kimliğini veya vicdani tutumunu değil. Kurullarda ise tam tersi yapılıyor. Mahpusun politik kimliği ve dünya görüşü infazın konusu haline getiriliyor. Cezaevlerinden gelen örnekler çarpıcı: 'Az kitap okudu', 'Çok kitap okudu', 'Siyasi kitap okudu', 'Sosyal etkinliklere katılmadı', 'Eyleme katılmadı ama izledi', 'Ailesiyle bağını koparmadı'... Bu gerekçeler hukuki değil, ideolojik. Bir mahpusun kitap okuma biçimi, ailesiyle bağını sürdürmesi veya koğuş arkadaşlarıyla sohbet etmesi cezalandırma vesilesi olamaz. Burada asıl dayatılan 'pişmanlıktır.' Yani kişinin kendi kimliğinden, siyasal duruşundan, hafızasından vazgeçmesi. Bu tutum insan hakları açısından bariz işkence ve onur kırıcı muameledir. Devlet mahpusa şunu söyler hale geliyor: 'Kimliğinden vazgeç; seni özgür bırakayım.' Bu, açık anlamıyla rehine politikasıdır."
Söz konusu soyut değerlendirmelerin uluslararası hukukta da meşruiyeti olmadığını belirten Serhat Eren, şunları söyledi:
"AİHM içtihatları açıktır: 'Kişinin kimliğini inkâr etmesini sağlayan uygulamalar rehabilitasyon değil, ayrımcılık ve kötü muameledir.' Türkiye’de ise tam tersi yapılmaktadır, inkâr eden ödüllendirilir, direnç gösteren cezalandırılır. Tahliye böylece hukuki süreç olmaktan çıkıp siyasi sadakat testine dönüşür."
"Kurulların kaldırılması basit bir teknik düzenleme değil, adaletin yeniden tesisidir" diyen Eren sözlerini şöyle sürdürdü:
"Bugünkü sistem cezanın bitişini mahpus için 'son' değil 'başlangıç' haline getiriyor. Ceza süresi dolmuş kişilerin yıllarca tahliye edilemediğini görüyoruz. Bu, yalnızca bireysel özgürlüğe değil, umut hakkına saldırıdır. Mahpus cezasını doldurmuş, yalnızca 'örgütsel aidiyetini sürdürdüğü' iddiasıyla iki kez üç kez daha içeride tutuluyor. Disiplin cezası olmayan bir kişi, 'sosyal faaliyetlerde pasif kaldığı' bahanesiyle bir yıl daha hapis kalıyor. Ailesiyle bağını koparmadığı veya cezaevi içi dayanışma ilişkilerini sürdürdüğü için tahliyesi yakılan mahpuslar var. Bu yalnız bir hukuk ihlali değil, kimliğe müdahale pratiğidir.
"Devlet mahpusa........© Bianet