menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Sorun öğretmenlerde değil, eğitim politikalarında!

12 1
21.09.2025

“Merdiven altı kurs yoktur, merdiven altına itilmiş eğitim politikaları vardır.”

Son günlerde eğitim gündemini meşgul eden tartışmalar, sorunun kaynağını yanlış yerde aradığımızı bir kez daha gözler önüne sermektedir. Milli Eğitim Bakanı (MEB) Yusuf Tekin’in “Sınavı kazanamadıkları için merdiven altı kurs açıyorlar” şeklindeki açıklaması, yalnızca öğretmenlerin emeğini küçümsemekle kalmamakta, aynı zamanda eğitimdeki yapısal sorunların üzerini örtmektedir. Oysa ortada apaçık bir gerçek vardır: Asıl problem bireysel öğretmenlerde değil, uzun yıllardır sürdürülen yanlış eğitim politikalarındadır.

Türkiye’de her yıl yüzbinlerce öğretmen adayı atama beklemektedir. Ancak atama sürecindeki adaletsizlik, sistemin en büyük sorunlarından biridir. Mülakat sistemi, liyakat ilkesini zedeleyen bir araç haline gelmiştir. Torpil, kayırmacılık ve siyasi yakınlık gibi kriterlerin ön plana çıktığı bu süreç, hem öğretmen adaylarının emeğini hiçe saymakta hem de toplumun adalet duygusunu zedelemektedir.

Kadrolu öğretmen ihtiyacının yüksek olmasına rağmen, devletin tercih ettiği “ücretli öğretmenlik” uygulaması da ayrı bir sorundur. Yıllarca emek vererek öğretmenlik diploması alan gençler, geçici sözleşmelerle, düşük ücretlerle ve güvencesiz koşullarda çalışmaya mahkûm edilmektedir. Bu durum yalnızca öğretmenler için değil, öğrenciler için de olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Çünkü sürekli değişen öğretmenler, öğrencilerin eğitim hayatında süreklilik ve istikrarı engellemektedir.

Eğitimde temel sorunlardan biri de planlama eksikliğidir. Öğretmen ihtiyacı yıllar öncesinden belli olmasına rağmen, yeterli kontenjan açılmamakta, üniversitelerden mezun olan öğretmen adaylarının sayısı ile atanan öğretmen sayısı arasındaki uçurum her yıl büyümektedir. Bu plansızlık sonucunda binlerce öğretmen, mesleğini yapamadan işsiz kalmakta; kimileri geçimini sağlamak için farklı sektörlere yönelmekte, kimileri ise özel öğretim kurumlarında düşük ücretlerle çalışmak zorunda bırakılmaktadır.

Bu noktada özel öğretim kurslarını yalnızca “merdiven altı” faaliyetler olarak nitelemek haksızlıktır. Gerçekçi olmak gerekirse, bu kurslar eğitim sistemindeki boşlukların bir sonucu olarak ortaya çıkmış ve zamanla önemli bir ihtiyacı karşılamaya başlamıştır.

Resmî okullarda kalabalık sınıflar, yetersiz bireysel ilgi, yoğun müfredat ve sınav odaklılık nedeniyle öğrenciler, akademik anlamda ciddi eksiklikler yaşamaktadır. Bu eksiklikler çoğu zaman kurslarda giderilmekte, öğrenciler bire bir ya da küçük gruplar halinde daha nitelikli destek alma imkânı bulmaktadır. Dolayısıyla özel kurslar, sistemin başarısızlığını telafi eden bir “tamamlayıcı eğitim alanı” işlevi görmektedir.

Eğer öğrenciler kurslara yöneliyorsa, bu öğretmenlerin yetersizliğinden değil; aksine öğretmenlerin özverili çabalarına rağmen eğitim politikalarının gerçek ihtiyaçları karşılayamamasındandır. Özel kurslar, devlet okullarının başaramadığı sınav hazırlık sürecini üstlenmekte, öğrencilerin rekabetçi sınav sisteminde ayakta kalmasını sağlamaktadır.

Bugün geldiğimiz noktada, öğretmenleri hedef alan söylemler çözüm değil, sorunun büyümesine neden olmaktadır. Öğretmenlerin emeğini küçümsemek, toplumsal saygınlıklarını zedelemek, onların motivasyonunu kırmak, yalnızca eğitimin niteliğini daha da düşürür. Oysa eğitim, yalnızca öğretmenlerin çabasıyla değil; planlı, adil ve bilimsel politikalarla şekillenir.

Türkiye’de eğitimin temel sorunları, günübirlik tartışmalarla ya da öğretmenleri suçlayarak çözülemez. Gerekli olan, öğretmen atamalarında liyakati esas alan, torpili ve kayırmacılığı ortadan kaldıran bir sistem inşa etmektir. Ücretli öğretmenlik gibi geçici ve güvencesiz istihdam biçimleri kaldırılmalı, her öğretmen kadrolu ve güvenceli bir şekilde görevlendirilmelidir. Eğitimde uzun vadeli planlama yapılmalı, hangi yıl kaç öğretmene ihtiyaç olacağı şeffaf ve bilimsel kriterlerle belirlenmelidir.

Ayrıca, resmi okulların sınavlara hazırlık noktasında yetersiz kaldığı gerçeği kabul edilmeli, okul müfredatı ve öğretim yöntemleri öğrencilerin gerçek ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmelidir. Böylelikle kursların zorunlu bir ihtiyaç haline gelmesinin önüne geçilebilir.

Eğitim sisteminde yıllardır süregelen sorunların sorumlusu öğretmenler değildir. Plansız atamalar, adaletsiz mülakatlar, öğretmen emeğinin değersizleştirilmesi ve resmi okulların sınav sürecini yönetememesi gibi sorunlar, doğrudan siyasi iktidarların tercih ettiği eğitim politikalarının sonucudur. Eğer öğrenciler kurslara yöneliyorsa, bunun nedeni öğretmenlerin yetersizliği değil, eğitim sisteminin ihtiyaçları karşılayamamasıdır.

Dolayısıyla tartışılması gereken konu, öğretmenlerin açtığı kurslar değil, devletin yıllardır çözemediği yapısal eğitim sorunlarıdır. Eğitimde köklü reformlar yapılmadıkça, öğretmenler de öğrenciler de sistemin mağduru olmaya devam edecektir.

(AÖ/TY)

1979 Devrimi’nin yükselttiği antiemperyalist havanın etkisiyle ABD karşıtı bir dış politika yürütmek zorunda kalan ve aynı zamanda İslamcı bakış açısıyla Filistin davasına destek veren İran İslam Cumhuriyeti, uzun zamandır ABD ve İsrail için “halledilmesi gereken bir sorun” olarak görülüyor.

İslam Cumhuriyeti önce Lübnan’da Hizbullah’ın kuruluşu, sonra da Filistin’de Hamas’ın yükselişiyle bölgesel bir aktör haline gelmişti. Afganistan ve Irak’ın işgaliyle birlikte kuşatılmış gibi görünen İran, Şiiler üzerinden Irak’a nüfuz etmiş, daha sonra da Suriye’deki iç savaş sürecinde (Rusya ve Hizbullah’ın da desteğiyle) Esad’ı belli bir süre iktidarda tutarak kendine geniş bir etki alanı yaratmıştı. Fakat 7 Ekim sonrası İsrail’in soykırımcı savaş makinesi önce Hamas’ı, sonra Hizbullah’ı neredeyse etkisiz hale getirdi. Bu ortamdan yararlanarak Suriye’deki cihatçı güçler Esad’ı devirdi. Geçtiğimiz ay ise İsrail, ABD’nin doğrudan desteğiyle İran’a saldırıp askeri ve sanayi altyapısını tahrip ederek bölgedeki güç dengelerini emperyalistlerin lehine çevirmiş oldu.

ABD ve İsrail’in beklentisi doğrultusunda 12 günlük yoğun saldırı sonucunda, İslam Cumhuriyeti’ne karşı kitlesel bir ayaklanma ortaya çıkmadı fakat halk, rejimin yanında da yer almadı (İslam Cumhuriyeti’nin düzenlediği cenaze törenleri ile bazı destek gösterilerindeki kalabalık kitlenin, gerçek anlamda bir kitlesel destek anlamına gelmediğini vurgulamak gerekiyor). Doğal olarak bu savaş yaşanırken Türkiye sosyalist hareketi içinde bulunan parti ve örgütler yapılan saldırıyı kınayan bildiriler ve açıklamalar yayımladı. Fakat bu bildiriler etrafında üçüncü yol tartışmaları alevlendi. Kabaca tarif etmek gerekirse Türkiye sosyalist hareketinin bir kesimi doğrudan İran’ın yanında yer almayı seçti, hatta bazıları toplumsal muhalefeti (işçi sınıfını ve örgütlerini) İslam Cumhuriyeti’ni korumak için göreve çağırdı. Diğer bir kesim ise emperyalist saldırıya karşı İran halkının savunulması ve emperyalizme karşı bağımsız bir mücadelenin örgütlenmesi gerektiği yönünde çağrı yaptı. Bu arada bu bölünme sadece Türkiye’de yaşanmıyor, uluslararası sosyalist örgütler de söz konusu ayrışma ekseninde bildiriler yayımladı.

Çoğu İranlı sosyalist gibi ben de İran’a yapılan bu emperyalist saldırılara karşı İslam Cumhuriyeti’ni savunarak değil, İran halklarını savunmak üzere bağımsız bir mücadelenin örgütlenmesi gerektiğini düşünüyorum. İran sosyalist hareketinin farklı parti, örgüt ve oluşumları bildiriler yayımlayarak bu mücadelenin gerekliliğine vurgu yaptı. Bildirileri okuyanlar açıklamaların doğal bir akış içinde şüphe ve tereddüt içermeden yazıldığını anlayacaktır. Bunu söylerken “İranlı sosyalistler en doğrusunu biliyor, enternasyonalist dayanışma gereği Türkiyeli sosyalistler de onların seçtiği yolu izlemelidir” gibi bir iddia öne sürmüyorum. İslam Cumhuriyeti’ni korumak için sosyalistleri göreve çağıranlar genel olarak, İran rejiminin baskıcı karakterine rağmen ABD ve İsrail karşıtlığının ilerici yönü olduğunu öne sürüyor. Bu tahlilin tek boyutlu salt bir antiemperyalist bakışla yapıldığını belirterek İslam Cumhuriyeti’nin sadece sıradan baskıcı bir devlet olmadığının, iç ve dış çelişkiler açısından gerici bir role sahip olduğunun altının çizilmesi gerektiğini düşünüyorum. Burada mümkün olduğu kadar İslam Cumhuriyeti ve İran sosyalist hareketi arasındaki çatışma veya nefret ilişkisine girmeden, İslam Cumhuriyeti’nin gerçek doğasını ortaya çıkararak bu yapının İran’da gerçek antiemperyalist mücadeleyi gerilettiğini anlatmaya çalışacağım.

Bir devlet olarak İran İslam Cumhuriyeti’nin doğasını kendimce tanımlamadan önce İran sosyalist hareketinden adı sanı duyulmuş bazı örgütlerin İslam Cumhuriyeti tanımını vermek istiyorum. Erken devrim sonrası tanımlamalara hiç değinmeyeceğim ve sadece güncel tanımları ele alacağım. İlk önce İran’daki en eski parti olan İran Tûde Partisi ile başlamak istiyorum.

2014 yılında, 1979 Devrimi’nin 35’inci yıldönümünde Tûde, yayımladığı bir bildiride İslam Cumhuriyeti’ni kabaca kapitalist teokratik bir diktatörlük olarak tanımlıyor.[1] Halkın Fedaileri-Azınlık’a göre ise İslam Cumhuriyeti bir kapitalist dini diktatörlük. Ayrıca yer yer 1 Mayıs bildirilerinde veya Jîna ayaklanması sırasında yayımladıkları bildirilerde faşist İslam Cumhuriyeti tanımını da kullanıyor. İran Komünist Partisi (Marksist-Leninist-Maoist) İslam Cumhuriyeti’ni teokratik faşizm olarak tanımlıyor.[2] Bu tanımları verirken de İran’ın ezici şiddet kullanan baskıcı, dinci ve emek sömürüsüne dayalı düzenine atıfta bulunuyor. Ayrıca İran’ı yöneten kapitalist ekonomik düzenin antiemperyalist karakter taşımamakla birlikte “emperyalist dünya düzenine” bağımlı olduğunu da öne sürüyor. İran Komünist Partisi ise İslam Cumhuriyeti’ni sömürgeci şovenist kapitalist bir yapı olarak tanımlıyor. Anlaşıldığı gibi İran sosyalist hareketi, İslam Cumhuriyeti’ni kapitalist bir devlet olarak tanımlarken onun baskıcı ve teokratik yönüne de vurgu yapıyor. Faşist tanımı çoğu sosyalist örgüt ve parti tarafından kullanılmakta fakat bu tanımlamada İslam Cumhuriyeti’nin sistematik şiddet uygulaması, dinci, ataerkil veya milliyetçi yapısı genel olarak faşizm tanımının altını doldurmak için kullanılıyor.

Bence günümüzde İran İslam Cumhuriyeti’ni dinci ve askeri yönetimli otoriter kapitalist bir devlet olarak tanımlayabiliriz. İran ekonomisinin büyük bir bölümünü, kamu kurumlarınca yönetilen petrol ve doğalgaz sektörü oluşturuyor. Fakat ekonomi tamamen devletin kontrolünde değil. 1979 Devrimi’nden sonra yapılan bazı kamulaştırmalar bu algının oluşmasını sağlamıştır, ancak 1990 sonrası yürütülen programlarla çoğu sanayi işletmesi ve ticari kurum özelleştirildi veya kamu karakterini kaybetmiş biçimde (Devrim Muhafızları Ordusu-DMO veya vakıflar gibi) devletin içinde olan fakat özel müteşebbis gibi davranan bazı yapılarının eline geçti. Böylece bankalar, fabrikalar, kentsel araziler ve kırsal tarım arazileri, iktidar çemberine bağlı şahıs, kurum ve vakıfların arasında dağıtıldı. Hatta petrol geliri bile bu kurum ve kuruluşlar arasında paylaştırıldı ve sonuç olarak yeni yükselen bir burjuvazi ulusal servetin üzerine çökmüş oldu. Böylece tüm kapitalist sistemlerde olduğu gibi ekonomisi emek sömürüsü üzerine kurulmuş İran’ın da ulusal servetinin çok büyük bir kısmı tekrardan toplumun çok küçük bir oranını oluşturan zenginlerin elinde toplanmış oldu.[3] Bu yoksulluk ve zenginlik sadece insani boyutta gerçekleşmedi, İran coğrafyasını da zengin ve yoksul bölgelere böldü. Birkaç metropol, zenginlik ve kaynak birikiminin merkezi iken ülkenin geri kalanı çoğu temel haklardan yoksun bir biçimde, yoksulluk içinde yaşar hale geldi.

İslam Cumhuriyeti bir yandan da otoriter bir rejimdir. İslam Cumhuriyeti yasalarına göre dini lider, halkın doğrudan oylarıyla değil, 88 din adamının oluşturduğu Uzmanlar Meclisi tarafından seçiliyor. Yargı tamamen dini liderin atadığı bir din adamının kontrolünde yürütülüyor. Seçim yoluyla yasama ve yürütmede görev alacak tüm kişiler önce dini liderin doğrudan veya dolaylı olarak belirlediği kişiler tarafından onaylanıp sonra halkın seçimine sunuluyor. Medya tamamen devletin veya İslam Cumhuriyeti’nin parçası olan cenah ve grupların elinde. İslam Cumhuriyeti’nin uygun bulmadığı herhangi bir bağımsız parti, örgüt veya sivil toplum kuruluşunun faaliyeti yasak (bağımsız işçi ve emek örgütleri dâhil). Ortaya çıkan bağımsız oluşumlar ise sürekli olarak baskı ve tutuklamalara maruz kalıyor veya mücadele haritasından doğrudan siliniyor. Yani İran’da her türlü güç kaynağı dini liderin ve onun etrafında yaratılmış kurum ve kuruluşların elinde bulunuyor.

İran İslam Cumhuriyeti ayrıca teokratik bir rejimdir. İran’da din ve devlet bir bütündür. İslam Cumhuriyeti Anayasası’na göre, 12 İmam Şiiliği İran’ın resmi ve değişmez dinidir. Yasalar İslam’a göre hazırlanıyor ve hukuk sistemi Şii din adamlarının yorumlarına göre........

© Bianet