Sınırsızlığın yol açtığı facialar |
İnsanlığa yön veren şeylerin başında, geçmişin taşıyıp getirdiği sorunlarla ve krizlerle hesaplaşma geliyor. 19. yüzyıl, bir öncekinin hesaplaşmalarıyla şekillenirken 20. yüzyıl ise 19. yüzyılın hesap defterlerinin kapatılması için iki dünya savaşının yaşandığı, onların etkisinin de günümüze dek ulaştığı bir zaman dilimi olarak kayıtlara geçti.
Dünün mağdurlarının katil, mağrurlarının maktûl hâline geldiği 20. yüzyılı, “ne katil ne maktûl” diyerek yorumlayan Albert Camus; insanın düşmüşlüğünden bahsetti, değerlerin içinin boşaltılmasından dem vurdu, ölçüsüzlüğe karşı Akdeniz’i ve Eski Yunan düşüncesini hatırlattı.
Absürtten ve intihardan, cinayetten ve ona başkaldırıdan söz eden Camus, “Hiçbir şeyin anlamı ve değeri yoksa insan nasıl var olabilir?” ve “İnsanları öldürmenin haklı çıkarılması karşısında nasıl durulabilir?” sorularına yanıt arayan bir sanatçı-filozoftu. Çağının tanığı ve vicdanıydı. Romanlarında, denemelerinde ve tiyatro oyunlarında “her şey yapılabilir” görüşüne karşı sınırı ve ölçüyü savundu, katillerin haklı çıkarılışını eleştirirken korku çağını tarif etti: “Benim ve benim gibilerin istediği, istediğimiz dünya, kimsenin kimseyi öldürmediği (o kadar deli değiliz) bir dünya değil, adam öldürmenin haklı olamayacağı bir dünyadır. Bunda gerçekten ütopya ve çelişme içindeyiz. Çünkü yaşadığımız dünya öldürmenin haklı sayıldığı bir dünyadır, onu istemiyorsak değiştirmek zorundayız. Değiştirmek isteyince de öldürmeyi göze almak gerekecek gibi görünüyor. Demek, bir öldürme başka bir öldürmeye yol açacak ve hep korku içinde yaşayıp gideceğiz.”
Suçun ve suçlunun kollanmasına karşı çıkarken cinayetin âdisine de siyasi olanına da tavır aldı; aynı şekilde katillere ve cellatlara da… Suçun yasaya dönüştürüldüğünde suç olmaktan çıkarılıp sıradanlaştırıldığını, korkuyu büyüterek cinayet işlemeyi kolaylaştırdığını savunurken ahlaktan ve adaletten yana zar atarak duyarlı olmanın önemine dikkat çekmişti: “Dünya binlerce yıl insanlar soğuk mezar taşlarının üzerinde işkence görürken başkalarının olabilecek en umursamaz tavırlarla başka taraflara baktığı o İtalyan Rönesans resimlerine benzedi. İlgilenenlerinkinin yanında, ‘ilgilenmeyenler’in sayısı baş döndürücü boyutlardaydı. Tarihi tanımlayan şey, başkalarının felaketiyle ilgilenmeyenlerin miktarı idi. Bazen ilgilenmeyenlere sıra geliyordu. Fakat bu da genel umursamazlığın içinde gerçekleşiyor ve biri diğerini telafi ediyordu. Bugünse herkes ilgileniyormuş numarası yapıyor. Adalet sarayı salonlarında şahitler birden kırbaçlanana dönüyorlar.”
Camus’nün duyarlılığı, yalnızca romanlarında, denemelerinde ve tiyatro oyunlarında değil, farklı zamanlarda ve bağlamlarda yaptığı konuşmalarda da kendini göstermişti. İnsanlık Krizi başlığı altında toplanan, verdiği konferans ve yaptığı konuşmaların metinlerinin yer aldığı, yazarın bahsi geçen duyarlılığını yansıtan; politikadan savaşa, edebiyattan günlük hayata dair çeşitli konulardaki fikirlerine rastladığımız kitap, ona sanatçı-filozof, çağının tanığı ve vicdanı denmesinin haklılığını kanıtlıyor âdeta.
Camus, absürt ve başkaldırı, ölüm ve yaşam, ölçüsüzlük ve değer arasında salınan insana ilişkin belirleme ve çözümlemeler yaptığı konuşmalarında; öfkeyi adalet arayışına dönüştürmekten, aşırılıkları özgürlük arzusuyla aşmaktan, ölüm ve öldürüm iştahına ket vurmaktan söz ediyor. Dünyanın sefilliğine ve insanın değerinin düşürülmesine güçlü bir hayır diyor. Kişinin, intiharla ve her türlü totalitarizmle arasına dev bir mesafe koymasının bir ödev ve sorumluluk hâline nasıl getirileceğini temellendiriyor. Bu coşkulu temellendirmelerinin zemininde Camus’nün Akdenizliliği bulunuyor ve söz konusu coğrafya kültürünün aşırılıklar yarattığını ama onu sınırlamasını da bildiğini hatırlatıyor.
Camus için Akdeniz; düşünmenin, duygunun ve sanatın mekânı. O, bildiğimiz ya da Avrupa deyince aklımıza gelen ilk yerlerden ayrı bir noktaya koyuyor Akdeniz’i. Kendisi de bu ayrılıktan ya da aykırılıktan besleniyor. Katledilen hakikate karşı yaşamı savunma refleksini de aynı topraklardan ve denizden çekip çıkarıyor. “Gülüş, güneş ve deniz” diye tanımladığı Akdeniz’in cinayetlerin, işgallerin ve katillerin palazlandığı değil, “ağaçlarda, bayırlarda ve insanlarda yaşayan bir kültürü öncelediğini” söylüyor. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından yaptığı konuşmada ona akıldan bahsettiren de aynı kültür: “Ben de herkes gibi aklın aşırılıklarını ve herkes gibi entelektüelin kolayca ihanet edebilen tehlikeli bir hayvan olabileceğini biliyorum. Fakat burada söz ettiğimiz akıl bu değil. Biz burada cesarete dayanan ve saygıya hak kazanmak için dört sene boyunca gereken bedeli ödemiş bir akıldan söz ediyoruz. Bu aklın ışıltısı söndüğünde, diktatörlerin gecesi başlar. Bu yüzden tüm ödevleriyle ve haklarıyla birlikte onu sürdürmeliyiz.”
Cinayet ve korku girdabında yaşamanın en büyük insani krizlerden biri........