Ayrımcılığın ve şiddetin gayya kuyusunda

Kendisini ülkenin sahibi olarak gören beyaz ABD’lilerden, sırf siyahlığı nedeniyle ayrımcılığa uğraması yetmezmiş gibi James Baldwin’in eşcinselliği bu baskıyı ve şiddeti artırmıştı. İlkgençlik yıllarından itibaren yersiz-yurtsuzluğu da tadan Baldwin, kendisini yalnız hissederken ABD’nin özünün efendi-köle, siyah-beyaz çelişkisi ve gerilimi olduğunu, hem ülkesindeyken hem de Avrupa’ya gittiğinde kaleme aldığı metinlerde dile getirmişti.

Ayrımcılığa, homofobiye ve şiddete karşı romanlar ve öyküler yazan; milliyetçilik ve ahlak şemsiyesi altına girerek insanları ötekileştirmeye çalışanları eleştiren Baldwin, gerek kurulu düzenin parçası hâline gelerek gerek bir köşeye sinenlere karşı hayli öfkeliydi. Bu yüzden Harlem’de geçen gençliğinden itibaren ömrünün sonuna dek özgürlük mücadelesinin içinde yer aldı.

Dünyanın siyah ve beyaz, biz ve onlar şeklinde ayrılmasına karşı çıkan Baldwin, kitaplarında ısrarla bu konunun üzerinde durmuştu. Bu Sabah, Bu Akşam, Çok Erken başlığı altında toplanan öykülerinde de aynı vurguyu yaparken ABD’deki (ve yeryüzündeki) ırkçılığın, ve ayrımcılığın, hem kurbanlarda hem de faillerde bıraktığı izleri, yol açtığı yaraları ve benlikleri örseleyişini anlatıyor.

Baldwin’in öykülerinde öne çıkan temalar hayata tutunma, korkularla yaşama ve onları aşma çabası ile birlikte, ayrımcılığın yarattığı dehşet tablosu. Bütün bunlar, bazen bir polisin zihninde yer etmiş olaylar şeklinde bazen yerinden yurdundan uzakta bir sanatçının korkularıyla su yüzüne çıkıyor.

Baldwin, çocuklukta yaşanan ve tanık olunan şiddete, faillere ve kurbanlara, ayrımcılığın öznesi ve mağduru olanlara bir parantez açıyor. Görece huzurluların yaşamlarının gitgide altüst olması ve bir parça nefes alma yollarını arayanların günden güne çoğalması yazarın hikâyeleştirdiği gerçeklerin bir kısmı. Bir başka gerçek ise yapılacak tercihle yaşamaya devam etmek ve ölmek; “körlük çadırı”nın kuşatıcılığı ve onun hiçbir duayla ortadan kalkmaması.

Baldwin’in karakterlerinden bazıları siyahlığın ne anlama geldiğini, hatta nasıl nitelendiğini küçüklüğünden itibaren yaşadığı çevrede öğreniyor; yedisindeyken ilk kez kendisine “zenci” denen kişi bunu tarif ediyor: “Zamanında epey yolculuğa çıkmıştım. St. Louis, Frisco, Seattle, Detroit, New Orleans’ta dolaşmış, ne iş olsa yapmıştım. On altı yaşındayken annemin yanından kaçmıştım. Bana nasıl davranacağını hiç bilememişti. Sen ancak serserinin biri olursun, derdi. New Jersey’deki bir kasabada, zencilerin oturduğu mahallede, eski bir barakada yaşardık, Amerika’nın her yerinde siyahlar buna benzer evlerde otururlardı. Orada yaşadığımız için nefret ediyordum annemden. Mahallemizdeki herkesten nefret ediyordum. Kiliseye gider, sarhoş olurlardı. Beyazlara iyi davranırlardı. Ev sahibi geldiğinde parasını öder, kötü muamelesine katlanırlardı.”

Baldwin, bazen gizlenen bazen açığa çıkan öfkeyi, bunun dile ve eyleme dökülüşüyle birlikte hızla geliştirilen önyargıların, hem siyahları hem de beyazları kuşatarak bir şiddet sarmalına yol açma sürecini de hikâyeleştiriyor. Bu, sadece rengiyle var olan ve rengine göre değerlendirilen, onun tam da bu nedenle yaşamın dışına itilmesine yol açan ayrımcılığı da kendisine ırkçılığı ve şiddeti hak görenlerin tavrını da içeriyor.

Acımasızlığın, saygısızlığın ve kötülüğün kolayca dal budak saldığı, siyahların kendilerini düşman belleyenlere karşı savunmaya geçtiği ortamlar ve mahalleler, öykülerin çoğunun ana mekânı. Buralarda direniş de silah ve uyuşturucu da hüküm sürüyor. Onlardan kendini korumak isteyenler de beyazların suyuna giderek bataklığa gömülenler de boy gösteriyor.

Sıtkının sıyrıldığı ırkçılığın, ayrımcılığın ve şiddetin kaynağına inen bir karakter aracılığıyla dünyaya seslenen Baldwin; ABD’de kalıp kalmama ikilemini de yine onun dilinden aktararak hayatî bir belirlemeyle karşımıza çıkıyor: “Herkesin hayatı ırkların, orduların ve kiliselerin bittiği bir düzeyde başlar; yine de herkesin hayatını her zaman ırklar, kiliseler ve ordular biçimlendirir; ırklar, kiliseler ve ordular tehdit eder, pek çok hayatı söndürmüştür.

İktidara gelip tarihî suçlar işleyenleri ve bunların işlenmesine ön ayak olanları eleştiren karakterlere de rastlıyoruz öykülerde. Gerek ABD’de gerek Avrupa’da, ırkçılık ve ayrımcılıkla âdeta insanların üstüne basarak yükselenleri, en çok da siyahların hakkını yiyenleri hatırlatıyor onlar.

Bahsi geçen serzenişlerin arasına aşkı da siyahların birbiriyle bazen çok sıkı bazen de netameli ilişkilerini serpiyor Baldwin. Bunun yanı sıra ABD’deki kuzey-güney geriliminin yaşandığı günleri düşünenlerle de yüzleşiyoruz öykülerde: “Masumiyet günlerini düşünmeye başladı. Güneyde geçirmişti o günleri, annesi, babası ve abisi orada kalmışlardı. Oakland’da yaşayan bir ablası da vardı, evliydi, birkaç çocuğu vardı, küçük kız kardeşi de New Orleans’taki bir gece kulübünde ikinci sınıf bir şarkıcıydı. Babasının Harlem’de yaşayan akrabalarının babasına sık sık mektup yazıp Ruth bizi görmeye gelmiyor diye şikâyet ettiklerinden emindi. Babası gibi o akrabalar da kiliseye düzenli giderlerdi ama babasının aksine onların dini oportünist bir saygınlıkla, daha iyi bir toplum ve kendilerinin o toplumda yer alma hırsıyla iç içeydi, babası olsa hor görürdü bunu. Onların hırsları içlerindeki, Ruth’un babasının ‘gerçek’ din dediği şeyi etkisizleştiriyordu; bu dinden geriye ne kalıyorsa ki genellikle kindarlıktı kalan, kendilerini hem bu kadar itaatkâr hem de bu kadar kindar yapan somut Kuzey gerçeklerine dair şeyleri anlamalarını engelliyordu.

Baldwin, siyahlar ve beyazlar arasındaki gerginliğin yanı sıra siyahların iç çelişkilerini; renklerinden dolayı bilinçaltına yerleştirilen suçluluk duygusunu ve zaman zaman “hatırlayamadıkları bir cürüm yüzünden cezalandırma” refleksleriyle de karşılaştırıyor bizi.

Tamamına bakıldığında Baldwin’in öykülerinde yaşama ve ayakta kalma, önyargı denizinde nefes alabilme ve suyun üstünde tutunabilme çabasını anlattığını görüyoruz. Yazar bir kez daha ırkçılığın, ayrımcılığın ve şiddetin gayya kuyusundan çıkmaya uğraşanlar ile orada durmakta ısrar edenlerin çatışmasına götürüyor bizi; hem yaşadıklarından hem de tanık olduklarından hikâyeler kotarıyor.

Bu Sabah, Bu Akşam, Çok Erken, James Baldwin, Çeviren: İlknur Özdemir, Yapı Kredi Yayınları, 200 s.

(AB/TY)

İsrail’in ablukasını kırmak için 1 Ekim akşamı Gazze’ye yaklaşan ve yasa dışı şekilde gözaltına alınan Küresel Sumud Filosu (Global Sumud Flotilla) aktivistlerinden 42’si, bugün İsrail hapishanelerinde açlık grevine başladı.

İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) tarafından alıkonduktan sonra vatandaşı oldukları ülkelere dönen bazı Filistin aktivistleri, İsrail hapishanelerindeki gözaltı süreçlerinde şiddet, aşağılama ve işkenceye maruz kaldıklarını bildirdi ve bunları raporladı.

Söz konusu hapishanelerde tutulan hak savunucularından biri de ABD vatandaşı bir Yahudi olan İlerici Enternasyonal (Progressive International) Genel Sekreteri David Adler.

İlerici Enternasyonal dün (5 Ekim) yaptığı açıklamada, Adler’in hâlâ çok sayıda kişiyle birlikte gözaltında olduğunu ve güvenliği konusunda ciddi endişeleri bulunduğunu duyurdu: “Hükümetler, David Adler dahil olmak üzere Küresel Sumud Filosu üyelerini derhal serbest bırakması için İsrail’e baskı yapmalı ve retorikten eyleme geçerek Gazze ablukasını sona erdirmek için mevcut tüm önlemleri hızla devreye sokmalıdır.

ABD’li Kongre Üyesi Ro Khanna, dün yaptığı açıklamada, David Adler’in serbest bırakılmasını talep etti.

Yunan iktisatçı ve siyasetçi, Avrupa siyasi partisi “Demokrasi Avrupa Hareketi 2025” (DiEM25) Genel Sekreteri ve İlerici Enternasyonal’in kurucularından Yanis Varoufakis de Adler’in İsrail tarafından alıkonmasına dair X hesabından bir not yayımladı.

Varoufakis, Adler’in “İsrailli savaş suçlularının elindeki tek Yahudi tutsak” olduğunu vurguladığı notunda şöyle dedi:

“İsrail tarafından yasa dışı bir şekilde alıkonulan bir Yahudi, çölün ortasındaki bir hapishanede çürümeye terk edildi. Bu kişi, hukuksuz biçimde alıkonulan birçok insandan yalnızca biri; ancak Yahudi kimliği nedeniyle özellikle hedef alındı. Üstelik bir ABD vatandaşı olmasına rağmen, onu kurtarmak için ne bir senatör ne de bir kongre üyesi tek bir kelime etti. Onun adı David Adler —meslektaşım, dostum, ailemizin bir parçası. Tutulduğu kötü şöhretli hapishane Ketziot, Negev Çölü’nde. Onu kaçıranlar, uluslararası sularda David’i ve........

© Bianet