1908-1923 II. Meşrutiyet-Cumhuriyet Etkileşimi: TBMM’de I. Grup-II. Grup Rekabeti |
Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarıyla başlayan Millî Mücadele hareketi, 30 Ekim 1918 tarihi itibariyle başlatılmıştı. Ayaklanmalar, nümayişler, protestolar ve basın bu mücadelenin tam ortasında, kilit noktasındadır. Bazı tarihçiler milli direniş hareketinin başlangıcını 19 Mayıs 1919 olarak kabul ederken, bazıları da Mondros mütarekesini milat olarak alır (Saruhan, 2000). Bu dönemde bölgelerde kurulan Kuvay-i Milliye güçleri harekete geçmiştir. İstiklal savaşı zor şartlar altında zaferle sonuçlanınca, ülkenin temel sorunları daha da artmıştır. Birinci sorun olarak görülen yeni Türkiye’deki rejim sistemi tartışmaları, hizipleşmeleri ve gruplaşmaları da beraberinde getirmiştir. Mustafa Kemal Paşanın başlattığı süreç, sosyal devrimlere biçimsel bir geçiş olarak değerlendirilmelidir. Mustafa Kemal Paşanın, kurmak istediği cumhuriyet düşüncesi II. Meşrutiyet darbesini yapan İttihatçıların düşüncesinde de var olan bir kavramdır. İttihatçılar, Batı fikir akımlarından etkilenmiştir. Mustafa Kemal Paşa da Batı düşünce akımlarından etkilenmiştir. Bu iki hareketin de Batıcı/çağdaşlaşmacı bir yönü vardır. İttihatçılar daha muhafazakâr bir çizgi takip etmiş, Mustafa Kemal ise radikal bir tutum izlemiş, daha seküler ve pozitivist temellere dayanan bir Türkiye inşa etmek istemiştir. Bu çağ, imparatorlukların yıkıldığı, yeni ulus-devlet sisteminin kurulmaya başlandığı bir dönemdir. Mustafa Kemal’in başından beri ve hatta kurmaylık zamanında samimi arkadaşlarına ulusal sınırları belirleyen düşünce yapısını şu sözlerle ifade ettiği bilinir: “Balkanlarda bizim ne işimiz var, çekilelim kendi sınırlarımıza”. Bu mantık içinde ulus-devlet modelini tasarladığı görülür. Aslında, İttihatçıların da bu düşünce kalıbında oldukları söylenebilir. İttihat Terakki’nin kendi iktidar döneminde Türkçü politikalar ve programlar takip ettiğini biliyoruz. İttihatçıların iktidarda olduğu dönemde imparatorluğun büyüklüğüyle ilgili sorunların yanı sıra, bir de Batı’nın emperyalist emelleri söz konusu idi. Fakat İttihatçıların, böyle bir ulus-devlet kurabilecek ne imkânları vardı ne de konjonktürel durumun buna müsaade etmesi söz konusu idi.
Osmanlı devleti yıkılmış, topraklarının büyük bölümü kaybedilmiş bir durumdaydı. Artık Mustafa Kemal’in kafasında, Milli Mücadele sonrası oldukça küçülmüş bir Türkiye vardı. Oldukça da homojen sayılabilecek, Müslüman ve Türklerin çoğunlukta olduğu bir Türkiye. Böylesine uygun bir ortamda Mustafa Kemal, yeni bir devlet, millet ve tarih anlayışı içinde Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmayı başarmıştır. Bu yeni cumhuriyet, tarihsel arka planı içinde geleneksel Osmanlı tarihinden ve sosyal yapısından bir kopuşu da ifade eder. Bu amaçla hareket eden Mustafa Kemal iç siyasette karşısına çıkan herkesi ezip geçmiştir. Süreci, II. Meşrutiyet’ten (1908) itibaren ele almamızın nedeni, Milli Mücadele dönemi ve 1923 sonrasındaki siyasi çıkar ve hedefleri sebep ve sonuçlarıyla incelemektir.
İttihatçıların kendilerinden önceki iktidardan farkı, rejimi anayasa güvencesi altına almalarıdır. 23 Temmuz 1908 tarihi, Osmanlı devletine “Parlamenter” nitelik kazandıran bir dönemin başlangıcını temsil eder. II. Meşrutiyet, meclise sunulacak yasa önerilerinin padişah tarafından uygun görülmesi zorunluluğunu ortadan kaldırmış, bakanları meclise karşı sorumlu konuma getirmiştir (Olgun, 1999). II. Meşrutiyet dönemi içinde birçok siyasi parti kurulmuştur. Dönemin en güçlü partisi İttihat ve Terakki partisidir. Muhalefet, iktidardaki İttihat ve Terakki‘ye karşı mücadelede yetersiz kaldıkları için güçlerini birleştirme kararı almıştır. Bunun sonucunda, Mutedil Hürriyet Pervaran ve Ahali Fırkasının kurucu sıfatıyla katıldığı Ahrar, Osmanlı Demokrat Fırkası ve Osmanlı Sosyalist Fırkası mensuplarının da yer aldığı Hürriyet ve İtilaf Fırkası (HİF) Kasım 1911’de kurulmuştur. HİF, kurulur kurulmaz iktidardaki İttihat Terakki karşısında büyük bir güç haline geldi (Birinci, 1990). Bu dönemde, çok uluslu imparatorlukların içinde barındırdığı dinsel kökenli azınlıkların imparatorluktan ayrılma düşüncelerinin de geliştiğini ve hızlandığını görmekteyiz. Azınlıklara tanınan “özgürlük”, “eşitlik”, “adalet” sloganı yetersiz kalmış ve çözülmeler başlamıştı. II. Meşrutiyetin ilanından sonra, Bulgaristan bağımsızlığını ilan etmiş, 1912’ye gelinceye kadar, Ege Denizi Türk ve Yunan arasında dengeli biçimde bölünmüştü. 1911-1912 Türkiye-İtalya savaşında ve 1912-1913 Balkan savaşlarında bu denge tamamen değişmişti. Yunanistan ve İtalya, Anadolu’nun doğal uzantısı konumundaki Ege Adalarına ve neredeyse Türk kara sularına kadar uzanmıştı (Şimşir, 1976). İttihatçıların iktidarı ele geçirme serüveni 1908’den itibaren birçok gelişmenin ortaya çıkardığı bir durumdur. İttihatçıların, 1908’de Kâmil Paşa hükümetini devirip kendi istedikleri birini seçmeleri, olayların fitilini ateşlemişti. Gazeteci Hasan Fehmi’nin 6 Nisan 1909’da Galata Köprüsünde öldürülmesi ile başlayan hareketlilik, 12 Nisan 1909‘da tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen meşhur karşı devrim ayaklanmasını da beraberinde getirmişti. Abdülhamid’in, Tevfik Bey’i sadrazamlığa ataması da bir diğer karşı hareketi başlatan olaylardan biriydi. Selanik’te toplanan İttihatçılar, Merkez-i Umumu toplayarak Mahmut Şevket Paşayı bir tümen askerle İstanbul’a gönderdi. Kısa sürede isyan bastırıldı. Meclisi hemen toplayan İttihatçılar, meclis kararıyla Abdülhamid’i tahttan indirdi. Dönemin Şeyhülislam’ı istememesine rağmen bu fetvayı imzalamak zorunda kaldı. Sultan Abdülhamid’in yerine V. Mehmet padişah ve halife ilan edildi (Akşin, 1970; Ahmad, 2013; Bayur, 1953). Bu süreçte Abdülhamid’in devrilmesi, İslamcı siyasete (Panislamizm) büyük bir darbe indirmiştir. Tanzimat ve Islahat Fermanlarının ardından başlayan Jön Türk hareketi, İttihat Terakki ve Kemalistlerle devam etmiştir. Bu “reformcu” veya “yenilikçi” hareketlerin tümü Avrupa siyasi geleneği içindeki akımlardan etkilenmiştir. Fakat, bu grupların kadrolarının tamamı Osmanlı bürokrasisinden geliyordu ve eleştirel ve hümanist kültürün temsilcileri değillerdi. Tartışmaları ve kaygıları tamamen devletin kurtuluşu yönündeydi. Millet ve milliyetçilik konusuna oldukça yabancı olan Genç Osmanlılar, yine Osmanlı devletinin siyasi yapısından geliyordu. Bu yeni Osmanlıların siyasi fikirleri daha çok anayasal monarşi etrafında toplanıyordu (Ergüder, 2003). Abdülhamid döneminde açılan yeni askeri okullarda yetişen subayların mektepli olarak adlandırılmasının ve sorunların başlıca kökeni olarak görülen subayların Makedonya ve çevresine atanmalarının ardından bu yeni kadroların örgütlenmeleri hız kazanmış ve daha serbest hareket etme olanağı bulmuşlardı. Bilhassa, Makedonya ve Selanik bölgesinde hürriyet propagandası yapılıyor, Abdülhamid aleyhine sesler yükseliyordu. Enver ve Niyazi Beylerin “Milli Taburlar” adı verilen gönüllü askerlerin dağa çıkması ve İttihatçıların Manastır’da “Hürriyet ilan etmeleri”, Abdülhamid’i 1876’da lağvettiği Meşrutiyeti yeniden getirmek zorunda bırakıyordu. İttihat Terakki, bir gecede “Hürriyet getiren cemiyeti mukaddese” olmuştu (Ergüder, 2003) Genç Osmanlı Jön Türkler, İttihat-ı Osmanlı adını verdikleri cemiyetin ileride başka gruplarla ve örgütlerle birleşerek gelişeceğini ve Türkiye tarihinde belirleyici bir rol üstleneceğini tabi ki bilemez ve tahmin dahi edemezlerdi (Akşin, 1976). İttihat Terakki iktidarı döneminde başlayan İslamcılık, Osmanlıcılık ve Türkçülük fikri akımları da tartışılmaya başlanacaktır. İttihat Terakki Cemiyeti, Türkçü ve milliyetçi politikaları benimsemiş görünüyordu. Aralık 1911’e gelindiğinde İttihat Terakki iktidarına karşı birleşen muhalefet (HİF) ara seçimlerde başarılı bir sonuç almıştı. İttihat Terakki Fırkası, muhalefetin bu başarısı karşısında tedbirlerini ve baskısını arttırdı ve muhalefeti HİF, teşkilatlanmasını tam olarak tamamlamadan meclisi feshederek erken seçime gitti. Meclis 1912 yılında yani tarihe “Sopalı Seçim” olarak geçen dönemde açıldı. Dönemin önemli gelişmelerinden biri de Halaskar Zabitan Grubunun 1912 Mayıs-Haziran aylarında gizli olarak örgütlenmeleridir (Olgun, 1995). Halaskâr Zabitan Grubunun kuruluşunu hızlandıran gelişmeler, İttihat Terakki iktidarının askeri yapıya müdahalesi, tayin ve terfilerde yapılan usulsüzlükler, 1912’deki olaylı seçim süreci, seçim bölgelerinde askeri gücün seçime müdahil olması ve muhaliflerin meclise girmesine engel olunması şeklinde sıralanabilir (Vardar,1960) Sait Paşa Hükümetinin “Tasfiye-i Rüteb Kanunu” ile muhalif subayların yükselmesine engel olmaları ve bu subayların merkeze uzak yerlere atanmaları, huzursuzluğun iyice artmasına sebep olmuştur (Rıza Nur, 2005). İttihatçı Sait Paşa hükümetinin anayasa değişikliğiyle İttihat Terakki’yi ayakta tutmak istediği anlaşılmış (Hilmi, 1991) ve seçimi kazanması sağlanmıştı. Halihazırda var olan İttihatçı-karşıtı subaylara bir de Halaskar Zabitan grubu eklenmişti. 1912 Ağustosundan itibaren Halaskar Zabitan Grubunun, çeşitli makamlara, mebuslara ve meclis başkanlığına gönderdikleri tehdit mektupları endişeye yol açmış ve bir siyasi kaos ortamı yaratmıştı. Bu şartlar altında Balkan Savaşına giren Osmanlı ordusu, yenilgiye uğramıştır. İttihat Terakki Fırkası, 23 Ocak 1913’de Bab-ı Ali baskınını geçekleştirmiş, hükümeti yeniden ele geçirmiş ve iktidarını sağlamlaştırmıştı. Bu süreçte, Harbiye Nazırı Nazım Paşayı öldürdüğü iddia edilen Halaskar Zabitan Grubu tamamen tasfiye edilmiş, üyelerinin bir kısmı sürgüne gönderilmiş, bir kısmı da yurt dışına kaçmıştı. 1913 itibariyle bu grubun adı duyulmaz olmuştur.
Yaşanan bu olaylar, gizli örgütlenme biçiminin o günlerden günümüze kadar devam eden bir gelenek haline gelmesine neden olmuştur. Jön Türklerden başlayan gizli örgütlenme, İttihat Terakki dönemini, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti dönemini ve sonraki dönemi de içine alacak bir süreci başlatmıştır.
Yürütme erki, tamamen Mustafa Kemal Paşa ve yakın çevresinin elindedir. Türk parlamentosu, mebuslarının serbestçe muhalefet yapabildikleri bir yapıdadır. Türk Parlamentosu kurumsal olarak sorumludur. Dönemin basını, iktidara muhalif yayınlarını serbestçe yapabilmektedir. Böylesi bir ortam, II. Meşrutiyet’ten kalan bir gelenekti. Yeni cumhuriyet de çok uluslu ve kültürlü yapısıyla, bu ivmeyi yakalamış gözüküyordu. Diğer yandan, anayasal hükümetin anavatanı olan İtalya’da Mussolini’nin İtalyan parlamentosunu bir tartışma kulübüne indirgediği, Avrupa başkentlerinin çoğunda parlamenter sistemin işlemez olduğu ve birbiriyle durmadan çatışan siyasi partilerin olduğu bir siyasi ortam hâkimdi. Hitler Almanya’sı da parlamenter sistemin getirdiği bir diktatörlüktü. Bu dönemin kendine has özelliklerinden olan parlamenter sistem, içinden kendi diktatörlerini çıkarmıştır. Parlamenter sistemin kendi özellikleri içinde demokratik bir ortam yaratamayacağının anlaşılmasıyla kurumsal ve kavramsal düzenlemeler ile kuvvetler ayrılığı ilkesi anayasaya eklenmiştir. Bu, parlamenter sistemin tek başına diktatörlüğü önleyecek bir işlevi olmamasından kaynaklanıyordu. Mustafa Kemal, kafasındakileri gerçekleştirmek için bazı riskleri kendi lehine çevirme, her şeye kuşkuyla baktığı ve kendisine karşı gelen herkesten şüphelendiği bir ortamda iktidar gücünü elinde tutabilme ve önüne çıkan herkesi bertaraf edebilme yeteneğine sahipti (Kinross, 2004). Bu süreçte Terakkiperver Fırkasının liderleri ve kendisinin eski silah arkadaşları olan Kazım Karabekir, Refet Bele ve Ali Fuat Paşaları İzmir suikastını planlamakla suçlanmış ve tutuklatılmıştır. Rauf Orbay yurt dışında olduğu için gıyabında tutuklama kararı çıkartılmıştı. Üç hafta süren duruşma sonrasında suikastçılar idam edilmiş, Terakkiperver Fırkasının muhalif sesi susturulmuş ve siyaset alanında bir daha varlık göstermemek üzere tarihten silinmiştir. İttihat Terakki mensupları da suikasttan değil de rejimi devirmeye yönelik siyasi bir girişim olmakla suçlanmış ve idam ettirilmişlerdir.
1921 yılına girildiğinde Mustafa Kemal Paşa mecliste, “Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk” adıyla bir iktidar grubu kurulması kararını almış ve neticesinde meclisteki dengeler değişmiştir. Bu gruba davet edilmeyen veya katılmak istemeyen mebuslar, 1922 Temmuz’unda “Müdafaa-i Hukuk Grubu” adıyla ikinci bir örgütlenmeye gitmişlerdir. Böylece Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk adını alan I. Grup, Mustafa Kemal önderliğinde iktidarı temsil ediyor, daha yenilikçi, cumhuriyetçi ve demokrasiyi savunan bir çizgi takip ediyordu. İkinci gruptakiler ise muhafazakâr, dinci, halifeci ve gerici olarak nitelendirilmişti. Mustafa Kemal Paşanın 13 Eylül 1920’de meclise sunduğu “Halkçılık Programı” ve bunun uzantısı olan Teşkilatı Esasiye Kanunu tasarısının görüşülmesinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubunun kurulmasıyla bu sorun çözüme kavuşturulmuştu. Grubun amaçlarını “Madde-i Esasiye” ile saptayan Mustafa Kemal Paşa, meclisteki özel grupların ve millet vekillerinin........