menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Yıkma, yok etme… zulmün hazzı

35 1
sunday

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bazı sosyal bilimciler, ekonomistler ve neoliberaller, faşizmin tarihte bir defaya mahsus bir istisna olduğuna, artık geri dönmeyeceğine bizi ikna etmeye çalıştılar. Oysa her kuşak faşizme karşı mücadeleyi yeniden vermek zorunda. Faşizm bir kez yenildiğinde asla tamamen ölmez; toplumsal koşullar yeniden oluştuğunda geri döner. Bunun nedeni yalnızca politik değil, insanın yapısıyla, sosyal varoluşuyla ilgili: İnsan ruhsallığında faşizme yatkın bir damar da var. Irkçılık üzerine yazılarımda ayrıntılı biçimde anlattığım bu yapısal eğilimler, tarih boyunca farklı biçimlerde sahneye çıkıyor.

Bir başka sorun da faşizmin etkilerinin yalnızca faşizm dönemine hapsedilmesi. Oysa faşizm yenildikten sonra da artçı etkilerini sürdüren, iktidarda olmasa bile faşist kadroların yönetimde etkili olduğu ara dönemler vardır. Faşizm sonrası toplumların önündeki en büyük mesele, yüzleşmenin ya sınırlı kalması ya da hiç gerçekleşmemesidir. Yeniden kurma coşkusuyla yıkımın yarattığı ruhsal enkazın hızla örtülmesi… Almanya’nın savaş sonrası “enkazdan yeniden doğuş” mitolojisi bunun tipik örneği. Toplumsal iklimde yıkım değil, yüksek bir enerjiyle kurulan “yeni” konuşuldu. Bu, kolektif bir savunma mekanizmasıydı: Geçmişi hızla kapatarak geleceğe doğru adeta panikle koşmak. Oysa halledilmeyen, üzerine düşünülmeyen, onarılmayan hiçbir geçmiş gerçekten geçmez; uygun koşulları bulduğunda şiddetle geri döner. 6–7 Eylül’ü es geçenler Maraş’ı, Çorum’u yaşarlar… Ermeni Soykırımı’nı konuşamayanlar on binlerce Kürdün ölümüne seyirci kalırlar.

Son yıllarda faşizmin yeniden yükselişe geçmesiyle Almanya’da bu konuda çok sayıda araştırma yayımlanıyor. Psikanalizde de faşizmin yapısal nedenleri yeniden tartışılıyor. Geçtiğimiz haftalarda yayımlanan ve kısa sürede bestseller olan Zerstörungslust (Yıkım Arzusu, 2025; Carolin Amlinger & Oliver Nachtwey) bu tartışmanın güncel bir örneği. Bu yazıda kitabın bazı temel tezlerini Türkiye’deki faşizm pratikleriyle birlikte düşünmeyi deneyeceğim.

Kitabın alt başlığı bile önemli bir çelişkiye işaret ediyor: “Demokratik faşizmin elementleri.” Burada kastedilen şey, çağdaş faşizmlerin yıkıcılığı ve bu yıkıcılığın kitleler tarafından arzulanması. Yıkıcılık yalnızca vandalizm değil; toplumun kurumlarının, güçler ayrılığının, hukukun, denetleme mekanizmalarının sistematik biçimde işlevsizleştirilmesi ve bu yıkımın bir başarı olarak kutlanması.

Danıştay, Sayıştay, Anayasa Mahkemesi, meclis… Hepsi giderek sembolik yapılara indirgeniyor; Jason Stanley’nin (2024, Wie Faschismus funktioniert, 2. Basım) ifadesiyle, faşizm kurumları işlevsizleştirip geriye yalnızca “biçimsel kabuklarını” bırakır. Kurumsal yetkinin altı boşaltılır, fakat bina, bayrak ve ritüeller korunur. Böylece halk, “kurumlar hâlâ varmış gibi” bir yanılsama içinde tutulur. Bu yıkım yalnızca kurumsal değil, epistemik bir yıkımdır. Stanley’nin “epistemik kriz” dediği süreç tam da budur: Hakikati üreten kaynaklara —yargı, medya, bilim— sistematik biçimde güven kaybettirilir. Bu aşamada iktidar gözümüzün içine bakarak yalan söyler; iftira atar. Herkes bunun yalan olduğunu bilir ama Stanley’nin belirttiği gibi, faşist siyaset için önemli olan yalanın doğruluğu değil, itaati sınamasıdır.

Yalan söylemek artık bir ahlaki sorun değil, “sıradan bir politik teknik” gibi görünür. Çünkü epistemik zeminin çöktüğü yerde ahlaki ölçütler de kayar. Bu ortamda insanlar ciddi bir yanılgıya düşer: Birinin başkalarını yalancılıkla suçlaması, onu otomatik olarak dürüst kılar sanılır. Stanley, faşist retoriğin en etkili yöntemlerinden birinin bu olduğunu söyler: Suçlayanın masum olduğu izlenimi yaratmak. Oysa bir yalancı da başkasının yalanını açığa çıkarabilir. Fakat sürekli hedef gösterme, sürekli düşman ilan etme, sürekli “ötekilerin komplosu” anlatısı, kitlenin zihninde şöyle bir denklem kurar: “Suçlayan haklıdır; suçlayan masumdur.” Erdoğan ve Trump’ın retoriği tam olarak bunun üzerine kurulur. Hedef gösterdikleri her figür — “hain”, “yalancı”, “terörist” gibi etiketlerle— kendi konumlarını otomatik olarak “doğruyu söyleyen”, “millet için savaşan” bir pozisyona taşır. Taraftarların onları dürüst görmesinin arkasında da tür hileler vardır. Faşizmin hilesi tam burada çalışır: Hakikatin yerini suçlamalar alır; suçlamanın kendisi “kanıt” gibi işler; suçlayan ise otomatik olarak aklanmış sayılır.

Muhalifler, faşist liderlerin yalanlarını ortaya çıkarmanın sistemi zayıflatacağını sanıyor; oysa bu tür “deşifre etme” hamleleri çoğu zaman faşist liderlerin başarısının bir parçası hâline gelir. Trump’ın her skandaldan güçlenerek çıkması bunun tipik bir örneğidir. Bir milyarder olmasına rağmen hâlâ “elitlere karşı savaşan adam” olarak görülüyor; cinsiyetçi çıkışları bile sistemin ikiyüzlülüğüne karşı bir tür “isyan” gibi yorumlanıyor.

Bizde de benzer bir tablo var. Para makineleri skandalı bile, düzen dışı ama alternatif bir “meşru güç elde etme biçimi” gibi sunulabiliyor. Erdoğan’ın yalanlarının yalan olduğunu bilmeyen yok—ama bu bilgi onu zayıflatmıyor. Her yalan, paradoksal biçimde, onu daha güçlü kılıyor. Yöneticiden çok emlakçı gibiler: Sürekli bir şeyler pazarlıyorlar, bir hikâye, bir umut, bir düşman, bir gelecek… Jason Stanley, faşizmin başarısını incelerken faşistlerin yolsuzluğu kendi doğal hakları gibi gördüklerini vurgular. Bu nedenle faşist liderlerde yolsuzluk ve hırsızlık, klasik anlamda arlanma ya da suçluluk duygusu yaratmaz; tam tersine, güçlerinin bir göstergesi olarak işlev görür. İşin ironik yanı, iktidara gelirken neredeyse tüm faşist liderlerin yolsuzlukla mücadele edeceklerini vaat etmesidir. Mussolini, Trump, Orbán, Bolsonaro, Modi, Erdoğan… Hepsinin ortak noktası, yolsuzluğu hem bir yönetim aracı hem de bir hak gibi sahiplenmeleri; buna rağmen “temiz toplum” iddiasıyla taraftar mobilize edebilmeleridir.

Ahlaki, dini, ulusal değerlerin tümü bu yıkımdan payını alıyor. Bayrak ve vatan artık bir slogan değil, adeta bir pazarlama tekniği. Demokratik faşizm eskiyi yıkıyor ama yerine yeniyi koymuyor. Hırsızlığın ayıp olmaktan çıkarılması yerini yeni bir etik değere bırakmıyor; böylece ahlaksızlık yeni bir norma dönüşüyor. Binlerce insanın sınav sorularını çalması, akademik unvanların parayla alınması artık “normal.” Ben bile “doktor unvanı satın almak için tüccar aradığımı” söylerken aslında bu çürümenin ne kadar kanıksandığını fark ediyorum: İlk kızgınlık kısa sürede “benim neyim eksik?” hissine dönüşüyor.

Medyada her gün binlerce haber dolaşıma giriyor; bunların bir kısmının yanlış, eksik, kasıtlı ya da yanıltıcı olması kaçınılmaz. Aynı şekilde mahkemeler her gün binlerce karar veriyor ve bu kararların bazılarının hatalı olabileceği zaten sistemin ön kabulü—bu yüzden üst ve itiraz mercileri var. Bilim de benzer bir ilkeyle çalışır: Hata olasılığı baştan kabul edilir, hatta bilimin ilerlemesi bizzat bu hataların tespit edilmesine dayanır. Faşist liderler ise tam da bu “hata payı”nı kendi lehlerine kullanır. Kurumların, bilimin, medyanın güvenilirliğini sarsmak için bu hataları seçerek, bağlamından kopararak ve yüksek sesle teşhir ederek bir güven erozyonu yaratırlar. Her kurumun doğasında bulunan yanılabilirlik, faşist söylemde kasıtlı bir........

© Artı Gerçek