menu_open Columnists
We use cookies to provide some features and experiences in QOSHE

More information  .  Close

Umutsuz barış

26 9
12.10.2025

Onlarca yıldır süren ve on binlerce cana mal olan savaşın biteceği haberi, beklenen coşkuyu yaratmıyor. Barışa ilk tepkimiz kuşku ve güvensizlik… Bu tedirginlikte, barışın beklenmedik gelmesi ve hazırlıksız yakalanmamızın da payı var. İç donanımımız ve toplumsal yapımız henüz hazır değil. Düşmanlıkta ustalaşmış, birbirine güvenmeyi unutmuş toplumların barışacağına inanmakta zorlanıyoruz. Üstelik biz, kendi içimizde düşman bellediklerimizle barışmakta bile güçlük çekiyoruz. Bu yüzden barış, umut olmaktan çok bir umut yükü gibi geliyor. Ama aynı zamanda barış, zulmü ve savaşı da sonlandırma ihtimalini taşır. Rasyonel açıdan barışa karşı çıkmak ahmakça olsa da duygularımız ve ruh hâlimiz her zaman mantığımızla örtüşmüyor. Barış, düşmanla göz hizasında olmayı kabul etmek demektir. Bunun hayalini bile kurmamış insanlar için barış fikri kolay değildir. Oysa barış, düşmana güvenmekle başlar; savaş ise düşmanlık, hile ve aldatmayla sürer. Bu nedenle barış, en zor işlerden biridir. Tıpkı umut gibi, barış da emek ister. Gerçekleşmeyen umutlar hayal kırıklığıyla son bulur ve acıtır. Her boşa çıkan umut, yeniden umutlanmayı biraz daha zorlaştırır. Umudun var olabilmesi için onun yaratılması, gerçeklikle ilişkilendirilmesi gerekir. Umudun olmadığı yerde, yaşadığımız hayattan kaçabilmek için kurduğumuz şey, umut değil, yalnızca bir yanılsamadır. Umudu çalışmadan, çaba göstermeden beklemek ve ardından hayal kırıklığına kapılmak ise aslında mazoşist bir tutumdur.

Umudu inşa etmek

Barış üzerine yazdığım yazıların ardından bu kez umudu yazmak istedim. Fakat uzun süre bu konularla meşgul olmak bir doygunluk yarattı; bir türlü başlayamadım. Ta ki Psyche dergisinin Eylül/Ekim ortak sayısının konusunun “umut” olduğunu görene dek… Yazıları okuduktan sonra, eski notlarımla birlikte bu satırları yazmaya koyuldum. Umut aslında bir mühendislik ister: kurmak, araştırmak, yeniden oluşturmak… Kriz dönemlerinde yaşamsal bir önem taşır. Çünkü olumlu duygular üretme ve coşku yaratma gücüyle hayata tutunmamızı sağlar. Umut, kimi zaman hayata bağlandığımız ince bir ipliğe dönüşür. Hayal değildir sadece; hayali aşar çünkü gerçeklikle ilişkilidir. Gerçeklikle bağı kopmuş umut ise bir ilüzyondan ibarettir. Claudia Blöser, Vera King ve diğerleri (2025, Was heisst Hoffnung in Krisenzeiten? / “Kriz dönemlerinde umut ne demek?”) umudun daima daha iyiyi hedeflediğini, hiç kimsenin aslında daha kötü bir şeyi umut etmediğini vurgular. Elbette haset, başkasının kötülüğünü arzulayabilir; böylesi bir “umut” vardır ama o başkasına dairdir. İnsan kendisi içinse daima olumlu olanı ister. Barış ve umut bağlamında da böyledir: arzulanan daha iyidir. Ölümlerin durması, silahların susması… “Silahları bırakmak” tartışması, ölüm araçlarının ortadan kaldırılmasını amaçlamıyor mu zaten? Umudun en güzel yanı, insanda iyimserlik yaratması, daha olumlu bir ruh hali doğurmasıdır. Ne var ki tartışılan barış, umudun bu özelliğini henüz yaratmıyor.

Pandora’nın Kutusu’ndaki Umut

Prometheus’un insanlara ateşi vermesinden sonra, kardeşi Epimetheus’u Zeus’tan armağan almaması için uyardığı söylenir. Ama Epimetheus, kendisine sunulan Pandora’nın Kutusu’nu kabul eder. Mitoloji bu ya… Pandora kutusu açılır ve kötülükler yeryüzüne yayılır. Kutu kapandığında içeride kalan tek şey umuttur. Psikanalist Alessandra Lemma (2025, Hoffen auf das Unhoffte, =Umulmayanı umut etmek) bu noktada farklı bir yorum getirir: Ona göre umut bir iyilik değil, aslında bir kötülüktür. Çünkü kutunun içinde yalnızca kötülükler vardır; umut dışarı çıkamadığı için kötülük olarak yayılmaz. Deli Dumrul’un ise umudunu anne/babası boşa çıkarır. Ölüm ve yaşam arasındaki köprüde anne/baba kendi yaşamlarından yana tercih kullanırlar.

Peki, neden umuda ihtiyaç duyarız? Umut, çoğu zaman kişinin başarısızlığını açığa çıkarır ama biz bu boyutu görmek istemeyiz. Barış görüşmeleri yapıldığında umutlanırız; bu da bugüne kadar barışı başaramadığımızı gösterir. İş bulma umudu olan biri, henüz iş bulamamış demektir. Umut, hayatımızı istediğimiz gibi şekillendiremediğimizi, kontrol edemediğimizi ve zaaflarımızı ortaya koyar. Lemma, iki tür umut ayırır: olgun umut ve umut gibi görünen umut. Olgun umut, gerçekle yüzleşmeye cesaret edebilmek, hoş olmayanla da karşılaşmayı göze alabilmektir. Bu tür umut insanı etkinleştirir, motive eder, dünyayı değiştirme isteği doğurur. Olgun umut, çaresizliğin kabulüyle başlar. Bir anlamda dinsel olanın reddidir: çünkü dinsel teselli pasiflik sunar — dua, şükür, kabullenme… Oysa umut, insanın kendi elleriyle kurduğu bir iskeledir; geleceği hayal etmekle kalmaz, projelendirir ve harekete geçirir.

Ama umut bazen bir mahkûmiyet de olabilir. İşkencede umuttan vazgeçenler, hayatlarından ve kimliklerinden de vazgeçerler. Çözülenler, ölen/öldürülenler, değişenler… Faşizm insanları umuda mahkûm eder. Yoksulluğun ve zulmün ortasında en ucuz ve en gerekli şeydir umut. Orhon Murat Arıburnu’nun dediği gibi: “Dünya döndükçe / Umut fakirin ekmeği / Ye Memet ye…”

Çocuk, iyiyi ve kötüyü erken yaşta tanır. Melanie Klein’a göre bebek anneyi önce ikiye böler: iyi anne ve kötü anne. Zamanla bunun tek bir anne olduğunu görür. İyi ve kötü kaybolmaz; çocuğun iç dünyasında farklı temsilcilere dönüşür. İnsan psikolojisi dediğimiz şey aslında bir iç sosyolojidir: İçimizde farklı suretler, temsilciler yaşar; onlarla konuşur, onlara kızar, onları anarız. Klein bazı insanların iyiyi ve kötüyü birleştiremediklerini, bu parçaların içlerinde ayrı kaldığını söyler. Umut işte bu içimizdeki “iyi”ye inançtan beslenir. Bize olumlu olanı, içimizdeki iyi temsilciler fısıldar. Umut, annenin okşayan eli, cesaretlendiren sesi gibidir. Umutsuzluk ise içimizdeki iyinin kaybolmasıdır. Faşizm, insanın iyiliğe olan inancını bitirir. İşkenceye dair en temel sorulardan biri şudur: Bir insan, bir insana bunu nasıl yapar? Umutsuzluk, işte bu “iyisizlik”tir. Barış için umuda her zamankinden fazla ihtiyaç var. Çünkü onlarca yıldır süren zulüm, içimizdeki iyiyi, iyiye dair tüm inancı alt üst etti. İnsan anımsayan bir varlık olsa da vefa artık neredeyse duymadığımız bir sözcük. Anıların harabeye döndüğü bir dönemde, yeni bir başlangıç için umuda ihtiyaç var. İçimizdeki iyilerin canlı kalabilmesi için, ya da içimizde iyiyi yeniden canlandırabilmek için, iyinin dışarıda yani reel hayatta da sürekli deneyimlenmesi gerekir. İnsan yalnızca kötüyü deneyimlediğinde, içindeki iyiye yaşam alanı kalmaz. Bu kötü bazen kurgulanmış, ya da propaganda aracılığıyla içselleştirilmiş bir kötüdür. Yani Alevilerle yaşanan reel deneyimlerden oluşmaz ‘kötü Alevi’. Anlatılan kötünün benimsenmesiyle oluşturulur içimizdeki ‘kötü Alevi’. Kürtler, Ermeniler, Yunanlılar. Bu ülkede bu liste uzayıp gider. Entegre edilemeyen kötü Melanie Klein’ın kavramlarıyla ifade edersek: travma, bireyi paranoid-şizoid konuma geri sürükler. Bu konumda iyi ve kötü parçalar halinde yaşanır, bütünleştirilemez. Travmatik yaşantı, iyi ile kötü arasındaki sınırları bulanıklaştırır; hatta onları birbirine karıştırır. Böyle bir durumda kişi, dışarıdan kendisine sürekli kötülüğün aktığını sanır. Sonuç olarak savunmacı, kuşkucu ve saldırgan tutumlar geliştirir. Bu, Klein’ın tarif ettiği paranoyak savunmalardır: kötülüğü yalnızca dışarıda görme, tehdit algısının sürekliliği, güvenin çökmesi. Oysa iyinin ve kötünün aynı nesnede var olabileceğini, yani sevilen kişinin hem inciten hem de besleyen olabileceğini kabul etmek, Klein’ın “depresif konum” dediği olgunlaşma evresidir. Bu konum hem kaybı hem onarımı içerir; acıyla yüzleşmeyi ama aynı zamanda yeniden bağ kurabilmeyi mümkün kılar. Yani uzun süren savaş sonrası herkes kendi içindeki teröristle yüzleşmeli, teröristi kötüyü uzakta aramaktan vaz geçmelidir de… Her insan gibi ben de sadece iyi değilim. İçimde kötü de var. Bazı kişiler benimle ilişkisinde beni kötü olarak değerlendirir. Mesele burada insanın kendi kötüsüyle yüzleşmesi, sahip çıkması ve bu kötüyü kendi içinde uyumlulaştırmasıdır…

Barış da işte bu depresif konuma........

© Artı Gerçek