Tabiat Ana’ya horluk, anneye öfke mi? (2)
Bugün birçok bilim insanı, dünyanın iklim açısından artık geri dönüşsüz bir noktaya ulaştığını söylüyor. Psikanalistler M. Buchholz ve G. Reich, Çernobil faciasına ilişkin Panikbedarf und Panikverarbeitung (= Panik ihtiyacı ve panikle başa çıkma, 1987) adlı yazılarında, insanları son derece kaygılandırması gereken konular karşısında insanların çoğu kez ne inkâra ne de yadsımaya gerek duyduklarını; adeta olayı bilmemeyi, olayın yokluğu gibi yaşadıklarını vurgularlar. Yani: “Eğer ben faciadan habersizsem, o hâlde facia yoktur.” Yazarlar, bebeğin birincil ilişkisinin anneyle olduğuna dikkat çekerler. Bebeğin dünyası annesidir; dünya ile kurduğu ilişki de anne üzerinden şekillenir. Bizim doğa ve çevreyle kurduğumuz ilişkilerde de bu ilk ilişkinin izleri vardır. “Tabiat Ana” dediğimiz şey aslında bu ilk anne imgesinin bir devamıdır. Günlük yaşamda doğayla kurduğumuz ilişki de bu imgenin renklerini taşır: doğal besin arayışları, katkısız ürün tutkusu, zehirlediğimiz dünyada kendimize ve sevdiklerimize zehirsiz gıda bulma çabası… Tıpkı annenin bebeğini emzirirken yalnızca kendi beslenmesine değil, sütünün bebeğe zarar verip vermediğine ve bebeğin hazmedip hazmedemeyeceğine dikkat etmesi gibi.
Freud, bebeğin anneden babaya yönelmesini kültürel bir yönelim olarak tanımlar. Bu anlamda “Tabiat Ana” ile kurulan ilişkinin işlenmesi, bir bakıma anneden ayrılığın ilk formudur. Buchholz ve Reich’a göre insanın tehlikelerden kaçışı yalnızca inkârla açıklanamaz; bazen insan sonla bütünleşerek de yok oluşu kurtuluş olarak kurgular. Sıklıkla duyduğumuz şu ifade bunun göstergesidir: “Ölsem de kurtulsam.” Bu, aslında “Dünya bitse de biz de kurtulsak” tutumudur. Birilerinden kurtulmak isteriz. Birilerini yok edemediğimizden kendimizi yok ederek kurtulmayı arzularız. İntiharların bazılarında kişi içindekilerinden kurtulamadığından içini yok etmek ve böylece kurtulmak için intihar eder. Aslında bu intiharlar aslında genişletilmiş intiharlardır çünkü intiharlarla ‘kurulmak istenilen içeridekiler’ de katledilir. Yani her intiharda cinayet vardır: İntiharda kişi kendisini katleder ve bazen de içindekilerdir cinayetin hedefi… Doğayla ilişkimiz artık bir intihar ilişkisi. Doğayı yok ederek kendimizi yok ediyoruz. Oraliteye geri dönersem… Hayatla ve hazla ilişkimizde ağız üzerinden haz çok belirleyicidir. İdam mahkumların son arzularında sevdikleri yemek önceliklidir. Ölmeden önce istediğimiz yemeği doyasıya yemek… Dünyayı da yiyip içip mutlu terk etmek hayali… Doğayla kurduğumuz ilişki sıklıkla oralite üzerinden tanımlarız. Yani: Tabiat bizi yok etmeden biz onu tüketelim. Burada dünyanın kurtarılamayacağına dair umutsuzluk vardır. “Her şeyi yiyip içip keyfimize bakalım” tavrı, çocuğun dünyayı ağız yoluyla deneyimlediği oral döneme bir regresyondur. Bu dönemde çocuk sabırsızdır, kişiliği olgunlaşmamıştır, tahammülü sınırlıdır. Çocuklar anne-babayı sınırsız ve ölümsüz sayarlar. Daha sonra bu özellikler tanrılara ve doğaüstü güçlere yansıtılır. Doğaya karşı tutumumuzda da benzer biçimde, “Tabiat Ana”nın ölümsüzlüğüne yönelik naif bir inanç vardır. Dünyanın hiç yok olmayacağına inanır gibi davranırız. Oysa bu, son derece regresif bir tutumdur. Dünyanın yok olacağına ve çocuklarını — yani insanlığı — da birlikte yok edeceğine çocuklar inanmak istemezler. Biz de benzer biçimde inanmak istemiyoruz.
Bizden Sonrası Tufan
Psikanalist Delaram Habibi-Kohlen, dünyanın batışını güneşin batışını izler gibi sessizce ve huzurla seyretmemiz üzerine çok düşünen bir meslektaş. Bu konuda birçok yazı kaleme aldı ve ben de bu yazıda onun üç makalesinden yararlanacağım: Nach mir Sintflut (2013), Psychoanalytische Überlegungen zur Klimakrise, alten Gewohnheiten und den Schwierigkeiten, Neues zu denken (2020) ve Das Leben in der Dauerkrise und Erschütterung der Ordnung (2023)
Çoğumuz, ilk yazımda da belirttiğim gibi, dünyanın kurtarılabileceğine inanmıyoruz artık. Bu “kurtarılamama” fikri, paradoksal biçimde, çılgınca bir özgürlük alanı yaratıyor: İstediğimizi yaparız… Sanki sürekli diyet önerilen bir hastaya doktorun “Artık her şeyi yiyebilirsin” demesi gibi: oral bir mutluluk ve haz alanı açılıyor. Son arzunun, kısıtlamalardan vazgeçip istediğini yapmak olduğu bir yanılsama…
Vamık Volkan’ın Kafkasya’da sürgündekilerin psikolojisine dair çalışmaları burada dikkat çekici. Volkan, kendi “ANAvatanlarını” terk edenlerin yeni ülkelerinde çok obsesif davranışlar sergilediklerini ve bunun “anal öfke” ile ilişkili olduğunu vurgular. Çocuk, annesinin ölmeyeceğine ve kendisini terk etmeyeceğine inanır. Ama şayet terk edilirse, buradan doğan öfkeyle anneyi olduğundan fazla kirletir, hor görür. Ülkelerini terk eden insanların çevrelerini çöplüğe çevirdiklerini gözlemler Volkan. Doğaya yönelik hoyratlık da benzer bir anal öfkenin izdüşümüdür: bir yanıyla dünyanın yok olmayacağına dair naif bir inanç, diğer yanıyla “madem yok olacak, öyleyse biz de tüketelim” öfkesi. Boşvermişik, vaz geçiş… Bunun yanında, harika manzaralar karşısında yaşanan sarhoşluk, aynı zamanda anne kucağına dönme ve orada huzur arama arzusunu da içinde taşır. Bir arkadaşım, bir sahil kasabasındaki yaşamı anlatırken, “Orada her şey var; internet bile. Dünyadan kopmam” diyordu. Buradaki internet bağlantısını annesiyle olan göbek bağı gibi kurguluyordu adeta. Yani mini bir evrende huzur bulma arzusu… Tıpkı bebeklerin dünyasının da anne üzerinden şekillenmesi gibi: küçük, sınırlı ama güvenli bir evren. Annenin kucağının, dünyaya denk düşmesi…
“12’yi Beş Geçe” — Gecikmiş Farkındalık
Habibi-Kohlen’in bir yazısının başlığı “12’yi beş geçe”. Hani felaket öncesi “12’ye beş var” ifadesini çağrıştıran, geç kalmışlığa işaret eden bir başlık… Onun vurgusu, krizin güncel mesele hâline gelmesinin nedenlerinden birinin, krizin alt sınıfları hep aşarak sonunda orta sınıfı da vurması olduğudur. Yani deniz kenarında, güzel mekanlarda kendine yaşam alanı kuranların keyfinin kaçması… Yazlıkların, lüks villaların yanması ya da yanma tehlikesi yaşaması orta sınıfı bağırtıyor. Oysa daha önce, Kürt köylerindeki yangınlar görmezden gelinmişti; şimdi kendi yangınlarını görmezden gelemiyorlar.
Kapitalizmin açgözlülük teşviki, sürekli tüketim ve buna bağlı üretim döngüsü bu açgözlülüğü daha da çoğaltıyor. Bu dinamik, doğanın daha fazla tahribatı anlamına geliyor. İklim krizinde artık “sektörel algılama”dan söz edebiliriz: bazı sektörler bu krizden doğrudan etkilendikleri için (örneğin yazlıkçılar) daha fazla ses çıkarıyorlar. Ama bu sektörel algılama krizin çözümünü de zorlaştırıyor. Çünkü her sektör kendi zararını veya çıkarını gündeme taşıyor; bu da çıkar çatışmalarını artırıyor. Oysa çözüm, sektörlerin birlikte çalışmasını gerektiriyor.
Turbülans ve Regresyon
Bir uçak yolculuğundaydık. Türbülans şiddetlendikçe korkular arttı, regresyon da büyüdü. Kimisi ağlıyor, kimisi dua ediyor, kimisi koltuğuna sıkıca yapışıyordu. Korku yoğunlaştıkça mantıklı ve topluca hareket etmek imkânsızlaşıyor; herkes kendi içine kapanıyordu. Ülkeler, sektörler, çıkar grupları da yaklaşan felaket karşısında benzer tepkiler veriyor: egoizmin, benmerkezciliğin tavan yaptığı bir ruh hali. Yazlıkta zorunlu su kesintilerine gidilmişti. Su yalnızca belirli saatlerde veriliyordu. Çözüm pratik göründü: yazlıkçılar onlarca tonluk depolar yaptırarak bahçelerini, domateslerini, çimlerini sulamaya devam ettiler. Yani su kısıtlaması anlamsızlaştı. Herkes kendi bahçesinin derdindeydi. Bu sırada yağmursuzluk için birileri sorumlu tutuldu ve öfke o sorumlulara (mini etekliler mesela, inançsızlar) yöneldi. İlginç olan, çaresizlik bile değersizleştiriliyordu.
Kıyamet Anlatısı ve Umutsuzluk
Kıyamet anlatısı, sonun kaçınılmazlığıyla birleşince mücadeleci tutumu........





















Toi Staff
Sabine Sterk
Gideon Levy
Penny S. Tee
Mark Travers Ph.d
Gilles Touboul
Daniel Orenstein
John Nosta
Joshua Schultheis
Rachel Marsden