Hata kültürü nasıl oluşturulabilir? |
Hatadan korkmak
Çocuğa annesi “akıllı olması” gerektiğini söyler. Fakat burada “akıllı olmak”tan kasıt, rasyonel düşünmek değil; topluma ve aileye uygun davranmak, yetişkinlerin değerlerini ve yasaklarını içselleştirmektir. Bu çağrı, çocuğu kendi benliğinden uzaklaştıran bir toplumsal mesaj taşır: “Sen, ancak bize benzediğin sürece kabul edilirsin.” Çocuk, erken yaşta farkını gizlemeyi, kendi sesini kısmayı öğrenir. Bireysel olan törpülenir; özgün olan, “uygunluk” uğruna bastırılır. “Akıllı olmak” buyruğu, süperegonun ilk biçimlerinden biridir — çocuğun içinde yer eden, ebeveynin sesiyle konuşan içsel bir denetleyici. Bu içselleştirme, sevgiyi hatasızlıkla, kabulü uyumla özdeşleştiren bir yanılsama yaratır. Kültür kuramlarında sözü edilen arlanma kültürü de bu içselleştirme biçimini pekiştirir. “Akıllılık”, çoğu zaman utandırılma ve mahcup edilme üzerinden düzenlenir. Akılsızlık utandırılarak cezalandırılır. Bu utandırılma, zamanla dışsal bir denetim olmaktan çıkar ve içsel bir göze, bir hakeme dönüşür. Artık birileri onu utandırmasa bile, kişi kendi hatasından dolayı kendi kendine utanır. Bu içselleştirilmiş göz, üst-ben’de yer alır; orada “akıllı çocuk” ya da “akıllı insan” imgesini temsil eden ideal ben ile, gerçek yaşantıdaki ben arasındaki fark, mahcubiyet duygusuna yol açar. Mahcubiyet, bu iki ben arasındaki açıklığın duygusal yankısıdır — kültürel olarak biçimlenmiş, içe alınmış bir utanç biçimi. Oysa hatasızlık, gelişim değil, donma hâlidir. İnsan, hatalar aracılığıyla öğrenir; belki de sadece, hatasının anlamını düşünebildiğinde, onunla yüzleşebildiğinde öğrenir. Hata, benliği kendi sınırlılığıyla, kırılganlığıyla, kusurluluğuyla karşı karşıya getirir. Hata yapmaktan korkan kişi, kendi üst-ben’in mahkûmu olur: ürkek, aşırı uyumlu ve kendini sürekli denetleyen bir benlik. Çocukken “akıllı olmanın” ödülü sevgiyse, yetişkinlikte de “yanlış yapmamak” hayatta kalmanın koşulu hâline gelir.
Fakat her yaşanan olay deneyime dönüşmez. Deneyim, duygusal olarak sindirilmiş, düşünülmüş ve sembolleştirilmiş yaşantıdır. Bazı hatalar, bu süreçten geçmediğinde, bilinçdışında tekrarlama dürtüsü olarak yeniden sahnelenir. Bu nedenle, bazı ilişkiler, çatışmalar ya da başarısızlıklar biçim değiştirerek hep geri döner. Ancak hata yüzleştirildiğinde — utançla değil, merakla ele alındığında — bilinçdışına sürülmek yerine düşünülmesine izin verildiğinde, dönüşüm başlar. Öğrenmek, hatayı bastırmak değil, onun içindeki anlamı açığa çıkarmaktır. Sağlıklı bir hata kültürü, hatanın cezalandırılmadığı, utanca gömülmediği, dönüştürülmesine izin verilen bir iklimde mümkündür. Böyle bir kültürde hata, süperegonun cezalandırıcı sesine değil, benliğin öğrenme kapasitesine hizmet eder. Ve belki de o zaman, öğrenme dediğimiz şey yalnızca dış dünyaya değil, kendi içimize doğru yapılan bir yolculuğa dönüşür.
Sosyal medya medyumları
Sosyal medyada görüyorum… “Sihirli” cümlelerle insanları kısa sürede dönüştüren, üstün bilgiye sahip “efsane” terapistler… En doğru yolu göstereceklerini vaat eden, adeta yüce bir konumda sunulan kişiler… Terapi kitaplarındaki vaka tanıtımları da çoğu zaman benzer: 107. seansta hastanın söylediği birkaç cümle ve buna verilen olağanüstü cevaplar. Bu manzaraya bakılırsa her terapist çok verimli, çok başarılı (ben hariç). Oysa süpervizyonların amacı, terapi sürecinin nasıl ilerlediğini ve terapistin yaşadığı zorlukları değerlendirmektir. Fakat özellikle grup süpervizyonlarında “süper terapist” gibi görünme arzusu öne çıkabiliyor. Psikoterapiler —özellikle psikanaliz— temelde hatalar ve bu hatalar üzerine yapılan yansımalarla ilerleyen bir yöntemdir. İnsan, aferin almak için hikâyelerini arkadaşlarına, şefine, anne-babasına anlatır; fakat terapinin asıl konusu bunlar değildir (bunlar da dahil olabilir, ama merkeze bunlar yerleşmez). Freud, gecikmeleri, unutmaları, şaşırmaları, dil sürçmelerini bilinçdışına giden yollar olarak tanımlamıştı. Yani hata, insanı anlamamızda en güvenilir ipuçlarından biridir. Eğer kişiler yalnızca “güneşli” yanlarından söz ediyor ve enerjilerini hatalarını gizlemeye harcıyorlarsa, orada güven sorunu —belki de temel güven eksikliği— vardır. İnsanlar doğruyu, güzeli anlatmak için terapiye gelmez; terapinin konusu daha çok hatalar, zorluklar ve acılardır.
Sofrada keyifli bir hava vardır. Çocuğun elindeki cam bardak gürültüyle yere düşer ve kırılır. Beklenmedik bir ses, ani bir kaza… Çocuk, birden olumsuz ilgi odağı haline gelmekten korkar. Üstelik anne-babanın bağırması bu korkuyu katlar. Bu sadece bir dikkatsizliktir; fakat çocuk, hatadan çok yetişkinlerin tepkisinden tedirgin olur. O andan itibaren yaşanan olayı değil, gelecek tepkileri düşünmeye başlar. Başka bir öğünde, yemek sırasında yaptığı bir hata, çocuğun aklında yemekten çok kendi korkusuyla yer eder.
Kendi’nde kalmanın zorluğu
Okulda sınav sonuçları dağıtıldığında, çocuk kötü not aldığını görür. Onlarca kişinin içinde düşük not almanın mahcubiyeti… Kendi kendine duyduğu hayal kırıklığı, hedefi tutturamamanın verdiği üzüntü… Başarısızlığın kalıcı olma ihtimali… Ve en çok da arkadaşları arasındaki rekabette yenilmişlik hissi… Notlar, başarıyı ölçmek için vardır; başarılı öğrenciler bu yolla özdeğerlerini pekiştirebilir. Fakat o an bu denge sarsılır. Çocuk, bu anları yaşamaktan kaçar; kendisini, olayı ve atmosferi terk eder. Adeta geleceğe, eve “fırlatır” kendini. Aklında artık okulda yaşanan an değil, eve gittiğinde karşılaşacağı sahnedir. İç dünyasında o sahneyi canlandırırken, artık o anda ve orada değildir… Yaşadığımız olayda kalmayı, o olayın bizde yarattığı hâli kavramayı bilmiyoruz galiba…
Toplumlar da bireyler gibi hata yapmaktan korktuklarında, kendi çocukluklarını yeniden sahnelerler. Her seçimden sonra her partinin kendini kazanan ilan etmesi gibi: sanki artık seçimlerin kaybedeni yok. Oysa hata kültürünün olmadığı yerde, özeleştiri de olmaz. Özeleştiri, başarısızlığın ve bu başarısızlığa yol açan hataların incelenmesini gerektirir: hata bilincini, yenilgiyi kabul etmeyi, bahanelerden arınmayı… Yenilenler ve yenilgiyi kabul edebilenler, yenilmenin acısını hissedebilirler. Bu acıyla yüzleşebilmek, narsistik incinmeyle baş edebilmek, olgunlaşmanın bir parçasıdır. Ama biz, başarısızlığa tahammül edemeyen bir kültürde yaşıyoruz. Herkesin kazandığı, kimsenin kaybetmediği bir düzende, aslında herkes yenilginin utancını gizlice taşır. Tıpkı her yıl ligin bitiminde görülen o tuhaf sahnede olduğu gibi: Birden fazla şampiyon belirir. Resmî şampiyon vardır; ama aynı zamanda “hakkı gasp edilen hakiki şampiyon”, “gönüllerin şampiyonu”, “Anadolu’nun şampiyonu”, “Karadeniz’in şampiyonu”, “Amed Spor’un şampiyonluğu” da daha başka bir hikaye… Herkes kendi şampiyonluğunu ilan eder. Herkesin şampiyon olduğu ama kimsenin şampiyonluğunun kabul edilmediği bir düzen… Bu, özeleştirişiz bir toplumun aynasıdır. Yenilgiyi utançla, hatayı cezayla özdeşleştiren bir kültürde ne kaybeden vardır ne de gerçekten kazanan. Çünkü hata tanınmadığında, öğrenme de olgunlaşma da mümkün değildir. Gerçek zafer, kazanmakta değil, kaybı düşünmekte; hatayı bastırmakta değil, onu dönüştürebilmekte yatar. Yani yenilginin pedagojisi ve narsistik incinmeyle baş edebilme dersleri gerek…
Aptallığa Övgü
Hata bir yana, aptallık her insanın tanıdığı bir gerçekliktir.
Modern öncesi kültürlerde hayat daha basit, daha netti. Dünya kutupluydu: iyi/kötü, sıcak/soğuk, doğru/yanlış, kadın/erkek… Böyle bir dünyada hata kültürüne günümüzdeki kadar ihtiyaç yoktu. İnsan, içine doğduğu kültürün doğrularını öğrenir ve o yolda ilerlerse, başı pek ağrımazdı. Oysa günümüz çok daha karmaşık. Kültürlerin içinde bile alt kültürler var; yani tek bir kültürün içinde bile çoğulluk söz konusu. Eskiden “hak yolunda” gitmek yeterliydi. İnsan, hangi yoldan yürüyeceğini fazla sorgulamazdı. Bugün ise her gün, farkında olarak ya da olmayarak onlarca karar veriyoruz: Ne zaman uyanacağımız, ne giyeceğimiz, kahvaltı yapıp yapmayacağımız, işe gidip gitmeyeceğimiz, gideceksek hangi taşıtı kullanacağımız… Bu kadar çok kararın hepsinin “doğru” olması imkânsız. Herkes her gün defalarca hata yapıyor. Yanlış kararlar bizde çoğu zaman bir aptallık hissi yaratıyor; çünkü kararın yanlışlığını bu şekilde tercüme ediyoruz. Bu durumda hepimiz, defalarca ve sürekli “aptal” oluyoruz.
Yani aptallık, aslında normal hâlimiz.
Fakat yanlış karar vermenin neredeyse bir felaket sayıldığı bir kültürel iklimde, bu........