Bağışlayabilmek için nefret etmek gerek

Onlarca yıldır süren savaşlar ve kemikleşmiş düşmanlıklardan kurtulmak, ortak bir gelecek kurmak nasıl mümkün olabilir? Son yıllarda kutuplaşmalar öfkenin ötesine geçip tiksintiye dönüştü. Tiksinti, insanın dünyaya geldiğinde öğrendiği ilk “hayır” deme biçimidir. Bebek konuşamadığı dönemde istemediğini, sevmediğini bedeniyle anlatır — kusarak. Yani kusma, insanın en ilkel ve en etkili reddedişidir. Zorla yedirileni bertaraf eder, dışarı atar. Toplumun yıllardır süren düşmanlaştırma politikalarına verdiği tepki de buydu: tiksinmek, kusmak. Tiksindiğimiz şeyden uzaklaşarak kendimizi korumaya çalışıyoruz. Erdoğan’ın ve çevresinin her gün çeşitli mecralarda ürettiği sözlerden korunmak için artık onun konuştuğu programlara bakmıyoruz. Herkes kendi tarafının ekranına yöneliyor; böylece birbirimizden tiksinmeden kaçınmış oluyoruz.

Politik Tiksinti

Bir tarafın söylediği, diğer tarafta tiksinti uyandırıyor. Artık birbirimize öfkelenemiyor, birbirimizden nefret bile edemiyoruz — yalnızca uzaklaşıyoruz. Tiksintinin en belirgin özelliği, tiksinilenden uzak durmaktır. Bu, görünüşte ilişkisizlik gibi görünür; ama aslında ağır, negatif bir ilişki biçimidir: kaçınma ilişkisi.

Bu nedenle “gelin birlik olalım” çağrıları karşılık bulmuyor. Çünkü yakınlaşmanın yolu, paradoksal biçimde, önce yeniden nefret etmeyi öğrenmekten geçiyor. Nefret ve öfke negatif duygulardır; ancak ilişkiyi mümkün kılarlar. Nefrette kaçınma yoktur; tam tersine ötekinin ne söylediğine kulak verme ne yaptığına dikkat kesilme vardır. Nefret, dönüştürülebilir bir duygudur. Tiksintide böyle bir potansiyel yoktur. Yani nefret, her ne kadar olumsuz görünse de geldiğimiz noktada bir tür ilerlemedir.

Tiksinti, Güven ve Erikson

Yediği yemekten tiksinip kusan bebeğe anne yeniden yemek uzattığında, bebek önce bunu da reddeder. Bu anda anne ile bebek arasındaki temel güven duygusu — Erik H. Erikson’un tarif ettiği “Urvertrauen” — sarsılır. Bu duygu, insanın dünyayı “iyi”, güvenilebilir bir yer olarak deneyimleme kapasitesinin ilk biçimidir. Annenin vazgeçmemesi, sabırla yeniden denemesiyle bebek bir noktada tekrar dener. O anda güven yeniden kurulur. Biz birbirimizden tiksiniyorsak, aslında birbirimize güvenmiyoruz demektir. Onlarca yıldır süren düşmanlıklar ve travmatik ilişkiler bizdeki bu temel güven duygusunu zedeledi. Başkalarına güvenemeyen insan, kendisine de güvenemez. Jean Améry, toplama kampı deneyiminden yola çıkarak “dünyaya güven” (Vertrauen in die Welt) kavramını kullanır. Ona göre işkence gören insan, yalnızca başkasına değil, bütün dünyaya olan güvenini kaybeder. Dünya yaşanabilir bir yer olmaktan çıkar.

Bugün yaşadığımız toplumsal bölünmede benzer bir durum var: Kendimize, birbirimize ve dünyaya güvenmiyoruz. Güvensizliğin sürekliliği içinde tek güvendiğimiz şey düşmanlığımız oldu. Dünyamızı “düşmanlık” konsepti üzerine kurduk. Düşmanlığımızdan emin olduğumuz için, bu duyguyu bırakmak da zor geliyor. Ama tiksintiden çıkışın yolu, bir bebek gibi yeniden denemekten geçiyor: Bize sunulanı dikkatlice tatmaktan. Güvencesizlik içinde bir kez daha güvenmeyi denemekten.

Geçmiş Üzerine Düşünülmeden Geçmez

Geçmişi “geçmiş” yapabilmek için onun üzerine birlikte düşünmek gerekir. Eğer geçmiş yalnızca dominant kültürün, yani devletin anlatısına indirgeniyorsa, bu faşizmdir çünkü ötekinin ötekiliğinin reddidir. Ötekini yok saymak, varlığını inkâr etmektir. Ortak bir geçmiş ancak ötekinin geçmişi de bu hafızaya eklendiğinde mümkündür. Alevileri, Kürtleri, Ermenileri, yani “ötekileri” hain ilan ederek ortak tarih kurulamaz. Ortak bir tarih, ortak bir geleceğin ilk koşuludur.

Üzerinde birlikte çalışılmamış bir geçmiş, aslında geçmemiştir. Ve toplumlar o bataklıkta patinaj yapar: hareket varmış gibi görünse de ilerleme yoktur. Geçmiş depresif bir hal yaratır; gelecek, panik ve geç kalmışlık duygusu. Bu iki ucun arasında sıkışıp kalanlar, “bugün”ün yapısal zulmünü — yoksulluğu — da gözden kaçırır. Yoksulluk herkesin ortak yarasıdır: Kürdün, Türkün, Alevinin, Sünni’nin… Yoksulluğun, acımasız rekabetin ve düşmanca paylaşım mücadelelerinin hüküm sürdüğü yerde herkes mağdur, herkes kavgacıdır. Bu yüzden barışmak zordur.

Yoksulluk: Yapısal Zulmün Ekonomisi

Yoksulluğun bireyselleştirilmesi, çaresizliğe karşı geliştirilen bir savunmadır. İnsan travmatik dış gerçeğin ağırlığını kontrol edebilmek için onu içselleştirir: “Eğer nedeni bensem, değiştirebilirim.” Böylece yapısal olan kişisel kusura dönüştürülür; sosyoekonomik olan psikolojikleştirilir. Bu mekanizma Freud’un traumatische Hilflosigkeit=travmatik çaresizlik kavramının tam karşılığıdır: dış tehditle başa çıkamayan benlik, tehdidi içselleştirerek kontrol yanılsaması kurar.

Şükür Söylemi: Suçluluk ve Boyun Eğmenin Psikotekniği

Şükür ideolojisi, boyun eğme, kaderci teslimiyet ve yapısal şiddetin inkârıdır. “İşsizsem sorumlusu benim”, “Şansımı kullanamadım”, “Daha çok çabalasaydım olurdu” gibi cümleler, yoksulluğu beceri eksikliğine indirger. Yapısal olan bireyselleştirilir, değiştirilemez kader gibi sunulur. David Becker –Şilili psikolog, diktatörlüklerde zulmün ve travmanın psiko-sosyal etkilerini inceleyen önemli bir isim– Ohne Hass keine Versöhnung =Nefretsiz Bağışlama Olmaz (1992) kitabında bunu açıkça söyler: Diktatörlüklerde acı toplumsal bağlamından koparılır ve bireysel bir yük haline getirilir acıyı, bireyselleştirir (Leiden wird entsozialisiert). Böylece zulüm görünmez olur; sorumluluk faile değil, mağdura yüklenir. Bu, üst-ben’in cezalandırıcı yanının toplumsal düzeyde yeniden üretimidir.

Güvensizlik içselleştiğinde sorun artık dışarıda değil, içeridedir. İçimizdeki sorun ise kaçınılmazdır — ondan uzaklaşamayız. Bu nedenle faşist rejimler güvensizlik iklimi yaratarak süreklileşir. Faşizm artık dışarıda değil içeridedir. Faşizmin insanın bir süre sonra iç dünyasını istila etmesi kaçınılmazdır. Farkında olmadan ve yavaşça insan faşistleşir.

Sol ve Travma: Nesne Kaybı ve Tutulamayan Yas

12 Eylül yalnızca bir mağlubiyet değil, kolektif “iyi nesne”nin kaybıydı. Uğruna mücadele edilen halk, bir anda saldırganın safına geçmiş gibi algılandı; bu da kökensel düzeyde bir terk edilme travmasını tetikledi. Bu kaybın ardından yas tutulamadı; çünkü yasın işlenebilmesi için gerekli olan simgesel alan –bağımsız kamusal alan, özgür tartışma, özeleştiri ve kolektif anma imkânları– sistematik biçimde yok edilmişti.

Sonuç, Vamık Volkan’ın Wege der Trauer’de (2000) kavramsallaştırdığı anlamda “süreğen yas” durumudur: Tamamlanamayan, bitirilemeyen, sürekli ertelenen ama buna rağmen varlığını sürdüren bir yas hali. Ölenin öldüğünün, kaybın gerçekliğinin tam anlamıyla kabul edilemediği; dolayısıyla yasın sonlanamadığı, ancak bitmeyen bir yas duygusunun da benliği kuşattığı bir durum. Bu noktada Freud’un melankoli tanımıyla da bir kesişim ortaya çıkar: Melankolide kaybın nesnesi bilinçli düzeyde tam adlandırılamaz; özne, kaybettiği nesneyi dışarıda bırakamadığı için onu içe alır ve nesneye yönelen........

© Artı Gerçek