Bir tanıdık ile karşılıklı muhabbet ediyoruz. Ben dinliyorum o konuşuyor, o konuşuyor ben dinlemek zorunda kalıyorum. Şimdilik alternatifim yok. Tutana aşk olsun. Nereden geldiğini, nereye revan olduğunu emin olun kendisinin de bilmediği bir atmosferden bahsediyorum.
“Bu hükümet niye böyle? Devlet niye bunları yapıyor? Niye şöyle davranıyor? Şunları niye özelleştirdi? Bunları niye tekeline aldı? Şu işlere niye izin veriyor? Fiyat istikrarını niye sağlayamıyor? Döviz fiyatları aldı gidiyor. Ellerinde güç mü yok? Devlet dairelerinde yapılan israfın haddi hesabı yok. Memurların lakaytsızlığından başladı yapılan yanlışlara kimselerin niye ses çıkarmadığından devam etti. Haksızlıklara ve hukuksuzluklara dur diyene henüz rastlamış değilim.” diye verdi veriştirdi.
“Kendisi bilir, torba onun. İstediği şeyler ile doldurabilir.” diyerek sabırla dinlemeye çalıştım. Bazen araya girmesem duracak gibi de değildi freni boşalmış kamyon misali. Devirmedik ağaç, çarpılmadık taş, dokunmadık konu, sille çarpılmadık surat bırakmadı ortalıkta.
Uzun süre kendisini sessizce dinledim. Beni hoca diye tanıyor ve biliyor. İddialarını cevaplamak da istemedim. Haklı tarafları da vardı haksız olduğu yerler de az değildi. Yapılan eleştirileri cevaplayacak bir konuma, bir göreve, bir yetkiye sahip değildim. Böyle bir niyetim de yoktu zaten. Ancak her insanın dayanacak kadar bir sabrı, susacak kadar bir sınırı vardır. Benim de sessizliğimi koruyacak bir yerin olduğunu itiraf etmek istiyorum. Yanlış ve haksız olarak yaptığı eleştirileri haklı gerekçelere dayandırmak üzere dine mal etmeye başladı. Ve; “Peygamber Efendimiz (s.a.v.) böyle mi yapardı?” diye sormaya kalkıştı. Haliyle hayli kızdım. Cevap verme gereğini ta iliklerime kadar hissettim.
Bunun üzerine kendisine; “Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i niye karıştırıyorsunuz?” deyince fal taşı gibi açıldı gözleri. Hz. Muhammed (s.a.v.)’e karşı olduğumu düşünmeye başlamıştı ki; “Unutmayın! Türkiye........