Türk Devrimciliği, Atatürk ve Cumhuriyet
Cumhuriyetçilik, devlet yönetiminde millî egemenliği, millî iradeyi ve özgür seçimi esas kabul eden ilkenin adıdır. Bu ilkenin yönetim biçimi ve siyasal rejim olarak ifadesi, cumhuriyettir. Bu tarz yönetim, millî egemenlik kavramını en iyi temsil edecek, en iyi gerçekleştirecek, en iyi uygulatacak bir devlet şekli olup demokrasinin de en gelişmiş biçimidir, durumudur. Atatürk’e göre;
“Türk milletinin karakterine ve âdetlerine en uygun olan bu yönetim şekli, milletin insanca yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir.”
Türk milleti, yüzyıllar boyunca kendi egemenliğini, kendi iradesini kullanmasına engel olan rejimlerin acılarını çekmiş, nihayet kendine en uygun yönetimin cumhuriyet olduğunu görmüştür. Bu tarz bir yönetimde, egemenliğin herhangi bir kişi, zümre veya sınıfla paylaşılması söz konusu olamaz.
Cumhuriyet rejiminde bir görevin, ilâhî bir kuvvete dayanması veya babadan oğula geçmesi gibi bir veraset usulü yoktur; egemenlik bütünüyle millete aittir. Millet bu egemenliğini, kendi seçtiği temsilcileri aracılığıyla kullanır. Seçimle iş başına geliş de görev bakımından belli bir dönemi kapsar; yani cumhuriyet rejiminde ömür boyu bir görev söz konusu olamaz. İşte bu yönetim sayesindedir ki devleti yönetmeye lâyık olanlar, milletin oyu ve iradesi ile işbaşına gelebilirler. Cumhuriyetin erdemi ve üstünlüğü buradadır.
Osmanlı Devleti, bir cumhuriyet değildi. Padişahlar Osmanlı Ailesi içinden çıkarlardı. Devleti ve milleti yönetme yetkisi kesinlikle padişahındı. Gerçi meşrutiyet döneminde halkın oyu ile seçilmiş meclisler vardı. Ancak bu meclisler padişahın üstünde değildi, tersine, padişah bunların, yani millet isteğinin üzerinde idi. Son karar, son söz kesinlikle padişahındı.
Bu yönetim biçiminin sakıncalarını yaşanılan türlü olaylar göstermiştir. Atatürk, cumhuriyet ilânı ile devlet içinde karar verecek en yetkili ve son makam olarak milletin tanındığını belirtmiştir. Atatürk’ün devrimciliği sadece Türkiye değil, dünya tarihi içinde önemli ve örnek olmuş bir devrim modelidir. Atatürk, Türk milletini eski çağdan yeni bir çağa taşımış, modern bir devlet kurmuştur.
Türk Devrimciliği
Türkiye’de “devrim” kelimesi öncelikle ve doğru olarak Mustafa Kemal Atatürk ile özdeşleştirilir. Ancak, Anadolu coğrafyasının uzun bir ayaklanma ve devrim tecrübesi var. “Kamu malları halka dağıtılmalıdır” diyen ilk Türk sosyalist, Şeyh Bedrettin[1] örneğinde olduğu gibi pek çok devrimci düşünce ortaya çıktı. “Ferman padişahınsa dağlar bizimdir” diyen Dadaloğlu gibi pek çok devrimci Osmanlı tarihine kahramanlık hikâyeleri ile geçti.
Osmanlı tarihinde üç büyük iç direniş dalgası ile karşılaşacaktır (Tablo 1)[2];
- Bunlardan ilki Fatih dönemi de dâhil kuruluştan imparatorluklaşmaya geçen yüzyıllarda gerçekleşen Babai İsyanı, Şeyh Bedrettin isyan dalgası ve ilhak edilen Türk-Müslüman beyliklerinin direnişleridir.
- İkincisi; on altı ve on yedinci yüzyıl imparatorluk dönemine damgasını vuracak olan ve önce Kızılbaş sonra da Celali ağırlıklı halk ayaklanmalarıdır.
- Üçüncü dalga ise Hıristiyan ve diğer bağlı halkların on dokuzuncu yüzyıldaki bağımsızlık mücadeleleridir.
Osmanlının her yaptığını doğru görme alışkanlığındaki bazı yazarlar, Anadolu halkının kendi devletine ve padişahına karşı isyan etmesinin olanaksız olduğu savı ile bu karışıklıkları genellikle Kızılbaş ayaklanması olarak kaydederler[3].
Gerçekte bu ayaklanmalar genellikle çiftçi-köylü hareketleri idi[4]. Bunlara daha ziyade padişahların büyük seferlerinin gerektirdiği vergi artırmaları ve haksız tahrirler (kayıtlar) neden olmuştur. Özetle, ayaklanmaların nedeni esas olarak ekonomiydi.
Halil İnalcık’a göre[5];
“Orta Anadolu bozkırları, Toros Dağları ve Tokat ile Sivas arası yaylalardaki güçlü Türkmen toplulukları, Osmanlı yönetiminin merkezileştirme eğilimine karşıydılar. Yerleşik nüfusu korumak ve tarım gelirlerini elde tutmak çabasıyla yönetim, bu aşiretleri denetim altına almak istiyordu. Bu nedenle, onları tahrir defterlerine geçiriyor, düzenli vergiye tabi tutuyordu. Bu durum, Osmanlı göçebe ekonomisi ve göçebelerin töre hukuku ile bağdaşmıyordu.”
Tablo 1: Osmanlı Dönemi Ayaklanma ve İsyanları
Dönem
Ayaklanma/İsyan
Kuruluş’tan
İmparatorlaşmaya
- Babai İsyanı (1240),
- Şeyh Bedrettin isyan dalgası (1451)
- İlhak edilen Türk-Müslüman beyliklerinin direnişleri
16.-17. Yüzyıl
- Kızılbaş Ayaklanmaları
* Şahkulu (1511),
* Nur Halife (1512),
* Şeyh Celal (1519),
* Baba Zünnun (1525),
* Kalender Çelebi (1526)
- Suhte ve Levend ayaklanmaları (1558-1595)
- Celali ağırlıklı isyanlar (1593-1610)
* Taşrada çıkan Celalî İsyanları,
* Eyalet isyanları ve
* İstanbul merkezli kapıkulu isyanları
** 1618-1622 Yeniçeri İsyanı
18. - 19. Yüzyıl
- Lale Devri; Patrona Halil Ayaklanması (1730)
- Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı (1831-1833)
- Hıristiyan ve diğer bağlı halkların bağımsızlık mücadeleleri
- Zorla yer değiştirmelere yönelik direnişler
Kaynak: Sait Yılmaz, Anadolu’da neler oldu? academia.edu.tr, (26 Haziran 2019).
Kendi Türkmen geleneğine yabancılaşan Osmanlı egemenliğine karşı halk tepkisi, beylikler ezildikten sonra artık beylerin öncülüğünde değil, doğrudan halkın kendi içinde çıkaracağı önderlerin etrafında toplanarak direnmek olacaktır. Bu direnişin de ezilmesinden ardından iyice derinleşen çaresizlik, Celali ayaklanmalarında kitlesel bir eşkıyalık biçimini alacaktır.
Türk Modernleşmesi ve Devrimci Gelişmeler
Osmanlı, Anadolu’nun insanını ve servetini görülmemiş bir israfla tüketti. Neticede Türk milleti maddeten telafisi imkânsız kayıplar verdi; manevi hasletleri zayıfladı, yani töresi zaafa uğradı. Edirne ve Manastır’da olmak üzere, Rum-İlinde iki, Şam ve Bağdat’ta birer askeri idadi (lise) olmasına karşılık Sivas’tan İzmir'e kadar koskoca Anadolu bölgesinde bir tek askeri okul yoktu. 1834 yılında Harp Okulu’nun kurulması ile Anadolu Türk gençleri askeri okullara alınmaya başlayacak ve zamanla ordunun tamamına hâkim olacaklardır. Böylece Türkçülüğün ve Türk milliyetçiliğinin mimarı olan Süleyman (Uslu) Paşa ve modern Türkiye Cumhuriyeti’ni kuracak Mustafa Kemal Atatürk gibi devlet adamları buradan yetişecektir.
On dokuzuncu yüzyıldaki modernleşme gayretleri içinde Tanzimatçılar, devlet içinde dirliği düzeni sağlamanın, çağdaş bir devlet olmanın, ülke sorunlarına sağlıklı çözümler getirmenin ancak yasal kurallara bağlı kalmakla sağlanabileceğini düşünmüşlerdir. Bu ortamda yetişen yeni kuşak, meşruti bir sistemin savunucusu olmuştur. 1865’te Yeni Osmanlılar adı altında, öncülüğünü Namık Kemal, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi kişilerin yaptığı bir örgüt kurmuşlardır. Osmanlı yönetimi bu hareketi engellemeye çalışmış, bu yüzden gençler yurt dışına giderek çalışmalarını yürütmüşlerdir. Bunları Batılı aydınlar desteklemiş ve Jön Türkler adını vermişlerdir.
1856 Islahat Fermanı, yirmi noktada Hristiyanlar ile Müslümanlar arasında eşitlik sağlamayı amaç edinmiş bir belgedir. Yabancı devletlerin baskısıyla ortaya çıkmış olması ve Müslüman-Hıristiyan eşitliğinin fermandaki gibi birdenbire değil yavaş yavaş gerçekleştirilmesi gerektiği gibi bazı yönlerden aydın devlet adamları tarafından eleştirilmiş, tepkiyle karşılanmıştır. Buna karşılık, Avrupalı aydınlar tarafından Islahat Fermanı takdirle karşılanırken, Avrupalı devletler bu fermanı Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışmak için kullanacaklardır.
Balkanlarda Sırplar, Rumlar, Bulgarlar gibi reaya olarak bilinen Ortodoks Hristiyan gruplar, kurmak istedikleri etnik ve dini birleşime dayalı yeni devletlerinin siyasi kimliği için Müslümanları söküp atmayı ülkede çoğunluğu sağlamanın ve siyasi güvenceleri için baş koşul olarak görmüşlerdir. 1871 yılında tüm imparatorlukta uygulanmaya başlayan nizamnameye göre Osmanlılık düşüncesi esası ile idare meclislerinde dini grupların eşit temsili getirildi. İngiliz Meclis sistemi (Avam ve Lordlar Kamarası) örnek alınarak Osmanlı Meclis-i Mebusan (halk tarafından seçilen) ve Ayan Meclisi (hükümdarın seçtikleri) kurulmuştu. Meclis-i Mebusan’dakilerin @’ı Türk, `’ı Türk olmayanlardan (@ Arap ve Kürt gibi Müslüman, Müslüman olmayan Rum ve Ermeni) meydana geliyordu (Tablo 2).
Tablo 2: Osmanlı Meclislerinde Çeşitli Toplulukların Temsilci Oranları
Kaynak: Feroz Ahmed, İttihat ve Terakki 1908-1914, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2016), 215.
Nihayetinde son 150 yıldır Hürriyet ve İstiklal için mücadele eden Türk devrimci aydınının ümidi iki kez gerçekleşti;
(1) Birincisi, 1908 Jön Türk Devrimi’ydi. Hem yarımdı, hem de kısa sürdü. II. Abdülhamit istibdadını deviren Jön Türkler; Resneli Niyaziler ve Enver’ler, Hürriyet Devrimi için genç yaşlarında Balkan Dağlarına çıkmışlardı.
(2) İkincisi, birincisinin yarattığı birikimden de güç alarak TAM devrim olarak gerçekleşen Atatürk’ün Devrimi oldu. Yani Bağımsızlık ve Cumhuriyet Devrimi.
Modern dönemin ilk devrimcileri Jön Türklerdi ama onların yeni devrim anlayışı II. Abdülhamit’in devrilmesi ve yeni bir anayasa yapılması hedefine odaklanmıştı. Atatürk’e göre devrim, eski şeyleri onarmak yani reform değil, yeni ve çağın şartlarına uygun bir eser ortaya koymaktır.
Realist ve pozitivist olan Atatürk, bu yüzden görüşlerini bir ideoloji haline getirmedi. Her zaman en doğru yol olarak bilim ve fen’i rehber gösterdi. Uluslararası ilişkilerde “eşitlik” ilkesine önem verdi. Kurulan devletin temeli “tam bağımsızlık ve milli egemenlik”ti.
Atatürk Devrimciliği
Atatürk, Türk toplumunun evrim yoluyla değil, devrimci atılışlarla ilerlemesini öngörmüştü. Yapılan ve yapılmakta olan devrimin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş ve tüm anlam ve biçimiyle uygar bir toplum haline ulaştırmaktır. Devrimin temel ilkesi budur.
Atatürk’ün devrim modeli bütün inkılâp modellerinde görüldüğü gibi belli bir amaca yönelmiştir. Modelin birinci amacı çağdaşlaşmak, ikinci amacı da kalkınmak, böylece “çağdaş uygarlık” düzeyine çıkmaktır. Gerçekte çağdaşlaşmak kalkınmayı içeren bir kavramdır[6]. Cumhuriyetin hedefleri ve........
© ABC Gazetesi
visit website