Üreten devlet, kazanan halk: Komprador burjuvaziye karşı yeni kamuculuk modeli

Türkiye’nin ekonomik bağımsızlığı, yalnızca üretim araçlarının değil, karar alma iradesinin de halkın elinde olmasına bağlıdır. Ancak tarih boyunca bu irade, üretmek yerine aracılığı, yatırım yerine rantı tercih eden, ulusal çıkarları değil, dış sermayenin taleplerini önceleyen komprador bir zümrenin çıkarları doğrultusunda zayıflatılmıştır. Dış sermayenin taleplerini ulusal kalkınmanın önüne koyan bu zihniyet, ülkeyi üreten bir ekonomiden tüketen bir pazara dönüştürmüş; bağımsızlığın asıl temeli olan üretim gücünü aşındırmıştır. Oysa ekonomik kurtuluş, geçmişin devletçi kalkınma mirasını çağın bilimi, teknolojisi ve toplumsal bilinciyle yeniden harmanlayarak; halkın emeğini, üretim potansiyelini ve refahını merkeze alan kamucu bir ekonomi anlayışını yeniden inşa etmekle mümkündür.

Komprador burjuvazi, yerli görünür, ancak gerçekte yabancı sermayenin içerideki temsilcisidir. Ulusal çıkarları geri plana iter, dış güçlerin menfaatine hizmet eder; üretim yerine ithalatı, yatırım yerine spekülasyonu tercih eder. Halkın emeğinden değil, dış borcun faizinden beslenir. Böylece ekonomi üretimden kopar, ithalata bağımlı hale gelir, dış ticaret açıkları kronikleşir. Bu kırılgan yapı yalnızca ekonomik dengeleri değil, siyasal karar alma süreçlerini de dış etkilere açık hale getirir. Ulusal irade zayıflar, ekonomik bağımlılık siyasi bağımlılığı da beraberinde getirir.

Komprador burjuvazinin zenginliği topluma refah olarak dönmez; aksine, gelir adaletsizliğini derinleştirir. Bir yanda sermaye birikimiyle güçlenen dar bir zümre, diğer yanda geçim mücadelesi veren geniş halk kesimleri… Bu tablo, sadece ekonomik dengeleri değil, sosyal adaletin temellerini de sarsar. Gelir dağılımındaki uçurum büyüdükçe, toplumsal barış da zedelenir.

Bugün Türkiye’nin önündeki temel mesele, bu kısır döngüyü kırmaktır. Ekonomik bağımsızlık, ancak üretim temelli, halkçı ve kamucu bir kalkınma anlayışıyla yeniden kazanılabilir. Halkın emeğini sömüren değil, onu örgütleyen ve güçlendiren bir devlet anlayışı olmadan, ekonomik egemenliğin yeniden tesisi mümkün değildir.

“Komprador” kavramı, yalnızca ekonomik bir tanımlama değil, sömürge düzeninin en incelikli aracıdır. 19. yüzyılda Çin’den Latin Amerika’ya kadar birçok toplumda, emperyal güçlerin yerel halkla doğrudan temas kurmadan sömürü ilişkisini sürdürebilmesinin aracı, bu yerli işbirlikçi sınıf olmuştur. Batılı tüccarların çıkarlarını içerden koruyan bu zümre, zamanla yalnızca ticaretin değil, düşüncenin ve yönetişimin de yabancı merkezlere bağımlı hale gelmesine zemin hazırlamıştır.

Türkiye özelinde ise bu sınıf, Osmanlı’nın son döneminden itibaren dış borçlar, kapitülasyonlar ve ithalata dayalı ticaret üzerinden güç kazanmış; Cumhuriyet’in ilk yıllarında devletçilik politikalarıyla törpülense de, hiçbir zaman bütünüyle ortadan kalkmamıştır. Bugün “komprador” zihniyeti, biçim değiştirerek yeniden aramızdadır — artık saraylarda değil, finans kulelerinde; kapitülasyonlarda değil, küresel sermaye ağlarının görünmez sözleşmelerinde yaşamaktadır.

Cumhuriyet’in ilk döneminde benimsenen devletçilik ilkesi, işte bu yapının tahakkümünü kırmak için doğmuştur. Çünkü ekonomik bağımsızlık, yalnızca siyasal egemenlikle değil, üretim araçları üzerindeki denetimle mümkündür. Ulusal kalkınma, dışa bağımlı komprador zümrelerin değil, üretici halkın iradesiyle yükselebilir.

Türkiye’nin ekonomik tarihi, aslında iki karşıt iradenin bitmeyen mücadelesidir: üretimden beslenen ulusal kalkınmacı irade ile dış sermayenin çıkarlarını içselleştiren komprador zihniyet. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte elde edilen üretim temelli bağımsızlık anlayışı, her on yılda bir farklı biçimlerde kuşatılmış; her sanayileşme hamlesinin önüne, yerli görünüp yabancı çıkarları savunan bir zümre çıkarılmıştır. Bugün bu zihniyet, artık gümrük antrepolarından değil, borsa ekranlarından ve finansal ağlardan konuşmaktadır. Üretim yerine ithalatı, yatırım yerine rantı, ulusal çıkar yerine kısa vadeli kârı önceleyen bu düzen, Türkiye’yi üreten bir toplumdan borçla dönen bir ekonomiye dönüştürmüştür. Gerçekte bitmeyen şey, kalkınma mücadelesidir — ve bu mücadele artık sadece sanayi sahasında değil, ekonomik iradenin kimde olacağı sorusunda düğümlenmektedir.

Cumhuriyet’in devletçilik politikaları, tam da bu bağımlı yapıyı kırmak ve ulusal üretimi kurumsallaştırmak amacıyla doğmuştu. Ancak komprador düzen, geçmişin bir kalıntısı değil, bugünün ekonomik alışkanlığı haline geldi. 1980’lerden itibaren “serbest piyasa” söylemiyle yeniden güç kazandı; üretimi teşvik etmek yerine ithalatı kolaylaştıran, ulus-ötesi sermayeye açık ve tüketim odaklı bir model hâkim oldu.

Özelleştirme dalgası, kamunun elindeki stratejik sektörleri birer birer ortadan kaldırdı. “Özel sektör verimli işler” denildi; ama sonuç tersi oldu: fabrikalar kapandı, makineler hurdaya satıldı, araziler rant projelerine dönüştü. Üretim kapasitesi azaldı, istihdam geriledi ve Türkiye yeniden ithalata bağımlı hale geldi.

Bu süreçte komprador burjuvazinin yeni temsilcileri ortaya çıktı: finans, inşaat ve ithalat üzerinden zenginleşen, uluslararası sermaye akımlarına bağlı bir ekonomik elit. Onlar için önemli olan, fabrika bacalarının tütmesi değil, borsa endekslerinin yükselmesidir. Üretimden değil, döviz hareketlerinden ve kamu ihalelerinden beslenirler. Böylece dış kaynakla büyüyen, içeride üretmeyen kırılgan bir ekonomi doğdu. Her döviz dalgalanması, her faiz artışı ya da küresel kriz, bu yapının ne kadar sarsak temeller üzerine kurulu olduğunu yeniden gösterdi.

Komprador ekonomi yalnızca üretimi değil, siyasal bağımsızlığı da aşındırır. Yabancı sermayeye aşırı bağımlılık, karar alma........

© 12punto